Kategori: Ceza Hukuku

Zamanaşımı

Zamanaşımı, sosyal önemi pek büyük olan bir hukukî müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanaşımı Türk ve Kıta Avrupası Hukuk Sistemleri ile İslam Hukukunda maddi hukuka ( esasa ) ait bir müessese olarak sayılmaktayken; Anglo Sakson Hukuk sisteminde usul hukukuna ait bir müessese olarak kabul edilmektedir. Eski insanlar ona insan cinsinin anasıdır diye bir söyleyişte bulunurlarmış. Zamanaşımı teriminin günümüzdeki anlamına bakacak olursak eğer, zamanaşımını hukuk düzeni kurallarının kişilere tanımış olduğu hakların, getirmiş olduğu yaptırımların yine hukuk kuralları ile belirlenen süreleri aşması şeklinde açıklayabilir. Başka bir diğer anlamı ile bir hak hukuk kuralında öngörülmüş olan sürede kullanılmadığında hukuk düzeninde bir takım sonuçlar doğmaktadır. Zamanaşımı ve hak düşürücü süre bu sürelerden sayılmaktadır. Zamanaşımı, hem borçlar hukukunda hem de ceza hukukunda önümüze çıkan bir hukuki terimidir.

Borçlar hukukundaki zamanaşımı incelersek, borcun doğumundan sonra, belirli bir sürenin geçmesi sonucunda borçlu kişiye borcu ödemekten kaçınma hakkı veren bir sebeptir. Bu sebep ile birlikte zamanaşımı borcu sona erdirilmez, yalnızca borçluya ödemekten kaçınma hakkı sağlamış olur. Bu bir defi olarak nitelendirilir. Borçlu zamanaşımına olmasına karşın borcu öder ise bu geçerli bir ödemedir ve bu ödemenin iadesini daha sonradan isteyebilme hakkına sahip olamaz. Buna ek olarak dava ya da icra takibinde zamanaşımını ileri sürmeyi ihmal ederek borcu öderse veya borcun olmadığı, ödendiği, miktarının az olduğu gibi borç ile ilgili olan itirazlarda bulunur ise sonradan zamanaşımı olgusunu ileri sürebilme şansını elde edemez.

Ceza hukukundaki zamanaşımı, ceza davasının açılması için kanunda öngörülmüş olan süre ile cezanın kesinleşmesi için öngörülen zamanı ifade etmek olarak açıklanabilir. İlk olarak öngörülen sürede ceza davasının açılması gerekir, ikincisinde ise öngörülen sürede ceza kararının kesinleşmesi gerekir. Aksi takdirde ise dava ya da ceza zamanaşımına uğrar ve düşer.

TÜRK BORÇLAR KANUNUNA GÖRE ZAMANAŞIMI

Zamanaşımı bir hakkın kazanılmış olmasında ya da kaybedilmesinde kanunun öngörmüş olduğu vaktin dolması anlamına gelir. Zamanın geçmesi ise hakları farklı yön ve şekilde etkiler. Zamanın geçmesi yeni bir hak iktisap edilmesine ya da var olan bir hakkın sona ermesine yol açabileceği gibi, bazen de alacağın zorla ifasına engel olmaktadır. Özel hukukta 2 çeşit zamanaşımı düzenlenmiştir. Bu zamanaşımlarından ilki eşya hukukunda hüküm altına alınan ve ayni haklar için söz konusu olan kazandırıcı ( iktisadi ) zamanaşımıdır. Açıklayacak olursak, ayni haklarda zamanın geçmesi kazandırıcı bir etkiyi meydana getirmektedir. Diğer bir anlatım ile bazen ayni haklarda zamanın geçmesi bir kimsenin ayni bir hak iktisap etmesini temin eder. Taşınır ya da taşınmaz bir malın zilyedinin, belirli bir sürenin geçmesi ve kanunda öngörülen diğer koşulların da gerçekleşmesi ile zilyetliğindeki malın mülkiyetini kazanmasına kazandırıcı zamanaşımı olarak tanımlanmaktadır. Ayni haklarda zamanın geçmiş olması zilyedin belirli bazı şartlar çerçevesinde zilyetliğindeki malın mülkiyet hakkını kazanmasına sebep olduğu gibi, asıl malikin de mülkiyet hakkını kaybetmesine sebep olmaktadır.

Zamanaşımının diğer bir çeşidinden bahsedecek olursak, kural olarak alacak hakları için söz konusu olan ve doktrinde de düşürücü ( iskati ) zamanaşımı olarak ifade edilen zamanaşımıdır. Düşürücü zamanaşımı doktrinde farklı farklı çeşitli şekilde tanımlanıp açıklanmaktadır. Örneğin, düşürücü zamanaşımını Saymen, hareketsizliği nedeni alacağı dava ya da talep etme hakkından mahrum eden zamanaşımı olarak tanımlamaktadır.

Zamanaşımının alacak hakkını sona erdirmez. Ancak zamanaşımı alacak hakkının dava edilmesine engel bir sebep olduğu ve dava hakkını düşürdüğü çoğunlukla vurgulanmış olmaktadır. Zamanaşımına uğramış olan bir borç, ifa edilebilen, ne var ki dava edilemeyen bir eksik borç olarak nitelendirilir. Zamanaşımının alacak hakkını sona erdirmediği tartışmasız açık bir konudur. Çünkü borçlu ister ise zamanaşımına uğramış borcunu ifa edebilme imkânına hala sahiptir. Zamanaşımına uğramış borcun ifası alacaklı için sebepsiz zenginleşme teşkil etmeyeceği gibi, bir bağışlama olarak da nitelendirilemez. Bu sebepten ötürü zamanaşımına uğramış bir borcu ifa eden borçlu alacaklıya karşı istirdat davası açılması söz konusu olamaz.

Zamanaşımı, alacaklının borçluya karşı dava açma ya da icra takibinde bulunabilme hakkını da ortadan kaldırmamak ile beraber, açılmış olan davada ya da başlatılan bir takipte borçlunun zamanaşımı def’ini ileri sürmesi ile alacaklının ifa talebinin reddine yol açmaktadır. Bu sebep ile zamanaşımı alacak hakkının ifa edilebilirliğine de etki etmekte, alacağın ifasının borçlunun iradesine bırakılmasına sebep olmaktadır.

Kanunda öngörülmüş olan sürenin vasfının tespit edilmesi, sürenin tamamlanıp tamamlanmadığının hesaplanması, süre tamamlanmış ise de bunun sonuçlarının tespit edilmesi ve mahkeme tarafından ne gibi şartlar altında dikkate alınacağının tespiti açısından son derece önem taşımaktadır. Çünkü zamanaşımı süresinin işlemesinin durması ya da kesilmesi (mümkün olduğu halde, hak düşürücü sürenin işlemesinin durması veya kesilmesi mümkün olmaz. Hâkim hak düşürücü süreyi re ’sen dikkate alabildiği halde, zamanaşımı süresinin geçmiş olduğunu re ‘sen dikkate alamaz. Hak düşürücü sürenin tamamlandığı savunması bir itiraz niteliğindedir ancak zamanaşımının tamamlandığı savunması ise bir def’i niteliği olarak karşımıza çıkar. Hak düşürücü süre, hakkı ortadan kaldırdığı için bu bir olaydır ve usulüne uygun olarak dava dosyasına girmiş ise taraflarca ileri sürülmemiş olsa bile buna bakılmaksızın, hâkim tarafından re ‘sen dikkate alınır.

Prensip itibari ile alacak hakkı dışında kalan hakların zamanaşımına uğraması mümkün değildir. Özellikle de ayni haklar, kişilik hakları, fikri haklar, üyelik hakları ve yenilik doğuran haklar zamanaşımına tabi tutulamaz. Bu sebep dolayısı ile ilke olarak alacak hakkı ile ilgili olarak bir talep söz konusu ise bu sürenin zamanaşımı, yenilik doğuran bir hakkın kullanılması söz konusu ise bu sürenin hak düşürücü süre olduğu kabul edilmesi gerekir. Bunun ile beraber süre koyan hükmün amacı daha farklı bir sonucu gerektirmekte ise, bu sonuca göre hareket edilmesi lazımdır.

HAKKIN ZAMANAŞIMINA UĞRAMASININ ŞARTLARI

Bir hakkın zamanaşımına uğraması 2 şartın birlikte gerçekleşmesine bağlıdır. Şimdi bu iki şartı inceleyelim.

HAKKIN ZAMANAŞIMINA TABİ OLMASI

Hangi nedenden dolayı doğmuş olursa olsun kural olarak alacak hakları zamanaşımına tâbi olduğunu kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Alacak hakkı alacaklıya borçludan edimi yerine getirmiş olmasını isteme yetkisi veren bir hak olarak karşımıza çıkar.  Zamanaşımına tâbi olan bu alacak herhangi bir hukuki muameleden doğabileceği gibi, sebepsiz zenginleşmeden ya da haksız fiilden de doğabilir. Bu bakımdan ise alacak hakkının kaynağının herhangi bir önemi yoktur. Bir alacağın zamanaşımına uğraması için ilk olarak geçerli bir alacağın bulunması gerekir. Bu sebep ile geçerli bir şekilde doğmayan alacaklar zamanaşımına uğramazlar.

Geniş anlamda ise bir borç ilişkisi değil, geniş anlamda bir borç ilişkisinden doğan dar anlamda borç ilişkisi zamanaşımına tabidir. Diğer başka bir anlatım ile zamanaşımı söz konusu olan borç ilişkisini değil, yalnızca borcu etkilemektedir. Yani münferit borç dışında kalan borç ilişkisini etkilemez.

Aynı borç ilişkisinden doğmuş olan alacakların zamanaşımı bakımından ayrı ayrı dikkate alınması lazımdır. Aynı borç ilişkisinden doğmuş olan alacaklar farklı farklı zamanaşımına tabi olabilir. Bu durum, bazen alacakların farklı vadelere bağlı olmasından kaynaklanabilirken, bazen de alacakların niteliğinin farklı oluşundan kaynaklanır. Bu durumda da zamanaşımı her bir alacak için alacağın muaccel olduğu andan itibaren işlemeye başlamaktadır.

Ayni haklar ve ayni haklara dayanan davalar ( istihkak davası, müdahalenin meni davası, yolsuz tescilin düzeltilmesi davası ) zamanaşımına tabi tutulmaz. Benzer bir şekilde de yenilik doğuran haklar, kişilik hakları, fikri haklar ve üyelik hakları zamanaşımına tabi değildirler.

Tek başına bağımsız bir borç konusu olmayıp da asıl olan borcun varlığına bağlı olarak meydana gelen Fer’i alacakların hukuki vasıfları, zamanaşımı açısından da, asıl alacağa bağlı olmaktadır. Türk Borçlar Kanununun 131. maddesinin 1. fıkrasında bu durum hüküm altına alınmıştır.

Türk Medeni Kanunun 864. maddesinde taşınmaz rehini ile güvence altına alınmış olan alacaklar için zamanaşımının işlemeyeceğinin altı çizilmiştir. Doktrinde de bu hükmün alacak haklarının zamanaşımına tabi olması kuralının bir istisnasını teşkil ettiği çoğunluk görüşü olarak belirtilmektedir. Buna karşılık olarak da alacağın taşınır rehini ile teminat altına alınması zamanaşımının işlemesine engel olmamaktadır. Gerçekten de Türk Borçlar kanunu madde 138’de alacağın bir taşınır rehini ile temin edilmiş bulunmasının, bu alacak hakkında zamanaşımı işlemesine engel olmayacağı ancak alacağın zamanaşımına uğraması durumunda dahi alacaklının rehini paraya çevirme hakkının saklı olduğu açık bir biçimde hüküm altına alınmıştır.

Taşınmaz rehininde olduğu gibi teminat devam ettiği süre boyunca, gemi ipoteği ile temin edilen alacaklar için de zamanaşımı işlemez. Mirasçılar tarafından mirasın taksimi talepleri zamanaşımına tâbi değildir ( MK. m. 642/f.1 ). Aynı şekilde Türk Medeni Kanunu madde 370’e göre, ana ve baba ya da büyük ana ve büyük baba ile birlikte yaşayan ve emeklerini ya da gelirlerini aileye özgüleyen ergin altsoyların, bu özgüleme karşılığında isteyecekleri tazminat alacağı da Türk Medeni Kanunu madde 371’in 2. Fıkrasına göre zamanaşımına tâbi değildir.

ZAMANAŞIMI SÜRESİ İÇERİSİNDE HAK SAHİBİNİN HAREKETSİZ KALMASI

Bir alacak hakkının zamanaşımına uğrayıp uğramadığının tespit edilmesi için ilk olarak alacağın tâbi olduğu zamanaşımı süresinin, bu sürenin başlangıç tarihinin ve sürenin nasıl hesaplanacağının ve somut olayda zamanaşımını durduran ya da kesen herhangi bir sebebin bulunup bulunmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.

Zamanaşımı Süreleri

Kanunlarımızda çeşitli alacak hakları için birbirinden farklı olarak ayrı zamanaşımı süreleri öngörülmüştür. Genel olarak zamanaşımı süreleri, Türk Borçlar Kanununun 3. babında 125 ve 126. maddelerinde hüküm altına alınmıştır. Bunlara ek olarak kanun koyucu haksız fiilden ve sebepsiz zenginleşmeden doğan alacaklar için de Türk Borçlar Kanunu madde 60 ve 66’da ayrı zamanaşımı süresi öngörerek düzenlemiştir. Türk Borçlar Kanunu madde 146 uyarınca kanunda aksine bir zamanaşımı süresinin öngörülmemiş olduğu her alacağın 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olacağı kabul edilmiştir. Bunun ile beraber 5 yıllık zamanaşımına tabi alacaklar Türk Borçlar Kanunu madde 146’da dört bent halinde hüküm altına alınmıştır.

Haksız fiillerden dolayı doğmuş olan borçlarda zamanaşımı süresi, mağdurun zararı ve faili öğrenmesi tarihinden itibaren 1 yıl ve her halükarda haksız fiilin işlendiği tarihten itibaren 10 yıldır ( BK. m. 49 ). Bununla beraber haksız fiil aynı zamanda bir suç teşkil ediyor ve ceza kanunlarının öngördüğü zamanaşımı süresi, haksız fiil için öngörülmüş olan süreden daha uzun ise, haksız fiil tazminat alacağı için de uzun olan bu ceza zamanaşımı süresi geçerli olacaktır.

Diğer başka bir borç kaynağı olan sebepsiz zenginleşmeden doğan borçlarda ise zamanaşımı süresi, fakirleşen kişinin sebepsiz zenginleşmeyi ve sebepsiz zenginleşeni öğrendiği tarihten itibaren 1 yıl ve her halükarda sebepsiz zenginleşmeden itibaren işlemeye başlayacak olan 10 yıllık zamanaşımına tabi olmaktadır.

Zamanaşımı Süresinin Başlangıcı

Kural olarak zamanaşımı süresi, alacağın muaccel olduğu tarihten itibaren, diğer başka bir anlam ile alacaklının alacağını talep edebileceği günden itibaren işlemeye başlamış olur. Zamanaşımının başlaması için borçlunun temerrüde düşürülmesine gerek kalmamakta ve alacağın talep edilebilir hale gelmesi gerekli ve yeterli olmaktadır. Alacaklının hakkını hukuken korunur bir şekilde talep etmesi ise yalnız alacağının muaccel olması ile mümkün olmaktadır. Alacak müeccel olduğu sürece de alacaklı alacağını talep edemeyeceği için, müeccel alacak için zamanaşımı da işlemeye başlamaz.

Bunun ile beraber, istisnai olarak alacağın muacceliyetinin bir ihbar şartına bağlı kaldığı durumlarda da zamanaşımı süresi, ihbarın yapılıp alacağın muaccel olduğu tarihte değil, muacceliyet ihbarının yapılabileceği tarihte işlemeye başlayacaktır.

Haksız fiilden doğan tazminat alacağında ( BK. m. 49 ) ve sebepsiz zenginleşmede ( BK. M. 77 ) iade talebinde 1 yıl olan zamanaşımı sürelerinin başlaması için alacağın muaccel olması tek başına yeterli olmamaktadır ve buna ek olarak alacaklının bazı hususları da bilmesi aranmaktadır.

Zamanaşımı kural olarak alacağın muaccel olduğu tarihte işlemeye başlamaktadır. Bu sebep ile sürenin işlemeye başlaması için prensip itibari ile alacaklının alacağını bilmesi ya da bilmek zorunda olması gerekli olmamaktadır. Taraflar, alacağın muaccel olacağı tarihi, yani diğer bir ifade ile borcun ifa edileceği tarihi kendi aralarında yapmış oldukları sözleşme ile serbestçe kararlaştırabilme imkânları vardır. Borcun ifasının bir vadeye bağlandığı bu gibi hal ve durumlarda alacak vadenin gelmesi ile beraber muaccel hale gelir ve zamanaşımı da bu tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır.

Geciktirici şarta bağlı olan alacaklarda, alacak şartın gerçekleşmesi ile doğacağından zamanaşımı da bu tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. Bozucu şarta bağlı alacaklara baktığımızda ise, zamanaşımının işlemesi açısından durum bir özellik arz etmez ve de alacağın muaccel olmasından itibaren zamanaşımı işlemeye başlar. Taraflar kendi aralarında yapmış oldukları akitte borcun ne zaman ifa edileceğini düzenlememiş olup işin öneminden de borcun ne zaman ifa edileceği belirlenemiyor ise borcun hemen ifası ve derhal icrası talep olunabilir.

Sözleşmeden kaynaklanmış olan tazminat taleplerinde zamanaşımının ne zamandan itibaren başlayacağı hususunda doktrinde farklı farklı görüşler ileri sürülmüştür. Doktrinde, borçlunun kusurlu davranışı sebebi ile sözleşmenin ifasının imkânsızlaşması durumunda ortaya çıkan tazminat borcunun sözleşmeden doğan asıl borcun yerine geçtiği ve onun devamından başka bir şey olmadığı ifade edilmiş olduğu gibi, sözleşmenin ihlali nedeni ile meydana gelen tazminat borcunun, asıl borçtan bağımsız ve sözleşmenin ihlali anında doğan, farklı bir borç olduğu da dile getirilmektedir.

Sözleşmenin ihlali sebebi ile meydana gelen tazminat talebinin asıl edimin yerine geçtiği ve onun devamından başka bir şey olmadığı şeklindeki bir görüşe göre, tazminat talebi ile ilgili zamanaşımı, asli edime ilişkin ifa talebinin muaccel olduğu anda işlemeye başlamış olacaktır.

Taraflar arasındaki sözleşmede aksine bir hüküm yok ise genel olarak işçiler, devlet memurlarından farklı olarak, çalıştıkları ayın ücretini, bu ayın sonunda talep ve davaya hak kazanırlar. Aylık ücretler için zamanaşımı, her bir ayın ücretinin muaccel olduğu tarihten itibaren ayrı ayrı işlemeye başlamakta olup 5 yıl sonra da zamanaşımına uğramaktadır. Fazla çalışma, hafta ve genel tatilde çalışma ücretleri ile ikramiye ve sosyal yardımlar ile ilgili ücretler doğdukları anda muaccel olur ve bu tarihten itibaren zamanaşımı işlemeye başlar. Tüm bu işçi alacakları için dava açıldığında, davalının zamanaşımı savunması ile karşılaşılır ise 5 yıllık zamanaşımı süresi, davanın açıldığı tarihten geriye doğru hesaplanacaktır. Bu durumda davanın açıldığı tarihten 5 yıl önce muaccel hale gelen alacakların zamanaşımına uğradığı kabul edilecektir ( İş Kanunu m. 32/f.8 ).

Borçlar Hukukuna hâkim olan ilkelerden biri olan irade serbestisinin bir parçası olan sözleşme özgürlüğüne göre bu kişiler, kural olarak istedikleri konuda ve şekilde sözleşme yapıp yapmama hakkına sahip olmaktadır. Bunun ile beraber sözleşme özgürlüğünün de kanunlardan kaynaklanan bir takım kısıtlamaları vardır. Sürelerin kesinliği kuralı vardır ve kanun zamanaşımı sürelerini değiştirme yasağını öngörmüştür. Söz konusu olan bu yasak zamanaşımı sürelerinin hem uzatılması hem de kısaltılması açısından geçerli olmaktadır.

Munzam zarar da sözleşmeden doğan para borcunun zamanında ifa edilmemesi sebebi ile doğabileceği gibi, haksız fiilden, sebepsiz zenginleşmeden, kanundan ya da vekâletsiz iş görmeden doğan para borçlarının zamanında ifa edilmemesinden de doğabilir. Munzam zararın doğumuna sebep olan borcun kaynağı ne olursa olsun, munzam zarar, asıl alacaktan bağımsız ve yeni bir alacak olduğundan dolayı munzam zarar ile ilgili alacak davası 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olmaktadır. On yıllık genel zamanaşımı süresi ise, munzam zarara sebep olan alacağın tahsil edildiği günden itibaren işlemeye başlayacaktır.

BORÇLAR KANUNUNDA DÜZENLENEN ZAMANAŞIMI SÜRELERİ

Türk Borçlar Kanununda düzenlenen zamanaşımı süreleri genel olarak doktrinde olağan zamanaşımı süresi ve olağanüstü zamanaşımı süresi olmak üzere 2 başlık altında incelenmiş olmaktadır. Alacaklar için zamanaşımı süresi Türk Borçlar Kanunu 146 – 161. Maddeleri arasında hüküm altına alınmıştır.

GENEL ZAMANAŞIMI SÜRESİ

Genel zamanaşımı Türk Borçlar Kanunda 146. Maddede hüküm altına alınmıştır. Genel zamanaşımı 10 yıl olarak öngörülmüştür. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere gerek Türk Borçlar Kanununda öngörülsün gerek ise özel hukuk ile ilgili diğer kanunlarda öngörülsün, zamanaşımına ilişkin hakkında özel bir düzenleme bulunmayan her alacak 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olacaktır.

Sözleşmelerden kaynaklanmakta olan tazminat taleplerinin zamanaşımı süresi, haksız fiillere ya da sebepsiz zenginleşme ile ilgili bir yıllık zamanaşımı süresine değil, sözleşmeden doğan asıl alacağın tabi olduğu zamanaşımı süresine tabidir. Bu sebep ile genel zamanaşımı süresine tabi olan bir sözleşmeden doğan tazminat talebi de 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olacaktır.

Tarafların kanunun farklı sözleşme tipleri için öngörmüş olduğu unsurları kanunun öngörmediği bir şekilde bir araya getirmeleri ile oluşan karma sözleşmelerde uyuşmazlık hangi sözleşmeye ait borcun yerine getirilmemesinden doğmuş ise ona ait zamanaşımı süresinin uygulanması gerekir.

BEŞ YILLIK ZAMANAŞIMI SÜRELERİ

Kanunda 5 yıllık zamanaşımı süresi öngörülmesinin ilk nedenlerinden biri alacaklıyı alacağını kısa bir zamanda elde etmeye teşvik etmektir. Ticari hayatın yapısında hız barındırıldığını dikkate alan kanun koyucu, ekonomik bir karakter taşıyan alacak haklarının hızlı bir şekilde talep edilmesini sağlamak gayesi ile 5 yılık zamanaşımı süresini öngörmüştür. Aynı zamanda bu 5 yıllık kısa zamanaşımı süresi borçluyu da koruyucu nitelik taşımaktadır. Borçlunun günlük harcamaları nedeni ile elde etmiş olduğu makbuzları uzun yıllar saklaması zor bir durumdur. Bu tarz işlerde uzun bir zamanaşımı süresi öngörülmesi halinde borçlu, yapmış olduğu ödemeye ilişkin makbuzları kaybedebileceği ihtimali dolayısı ile mükerrer ödeme yapma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilecektir. Türk Borçlar Kanunu 147. Maddede 5 yıllık zamanaşımına tabi olan alacaklar hüküm altına alınmıştır. Söz konusu olan bu maddeye göre aşağıdaki alacaklar için beş yıllık zamanaşımı uygulanır:

  1. Kira bedelleri, anapara faizleri ve ücret gibi diğer dönemsel edimler.
  2. Otel, motel, pansiyon ve tatil köyü gibi yerlerdeki konaklama bedelleri ile lokanta ve benzeri yerlerdeki yeme içme bedelleri.
  3. Küçük sanat işlerinden ve küçük çapta perakende satışlardan doğan alacaklar.
  4. Bir ortaklıkta, ortaklık sözleşmesinden doğan ve ortakların birbirleri veya kendileri ile ortaklık arasındaki; bir ortaklığın müdürleri, temsilcileri, denetçileri ile ortaklık veya ortaklar arasındaki alacaklar.
  5. Vekâlet, komisyon ve acentelik sözleşmelerinden, ticari simsarlık ücreti alacağı dışında, simsarlık sözleşmesinden doğan alacaklar.
  6. Yüklenicinin yükümlülüklerini ağır kusuruyla hiç ya da gereği gibi ifa etmemesi dışında, eser sözleşmesinden doğan alacaklar.

HAKSIZ FİİLDEN DOĞAN TAZMİNAT ALACAKLARINDA ZAMANAŞIMI

Türk Borçlar Kanununda yer almakta olan borç kaynakları; sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme olmak üzere 3 tane olmakla birlikte; ayrı olarak kanundan doğan borçlar da bulunmaktadır. Taraflar arasında daha önceden olan mevcut bir hukuki ilişki ile bağlantılı olmaksızın, Kanunun herkese yüklediği görevlere aykırı hareket edilmesi halinde haksız fiilin varlığından söz edilmektedir. Bu yönü ile haksız fiil, zarar veren ile zarar gören arasında bir borç ilişkisi meydana getirmektedir. Haksız fiil sorumluluğunun yaptırımı, haksız fiil sonucunda meydana gelmiş olan zararın tazminidir. Kural olarak, meydana gelmiş olan zararın tamamının tazmin edilmesi gereklidir. Nitekim tazminatın üst sınırını da zarar oluşturmaktadır. Yani diğer bir anlatım ile tazminatın zarardan fazla olması mümkün olmamaktadır. Tabi ki bu durumun tazminatın her durumda zarar kadar olacağı anlamını da gelmemesi gerekir. Gerçekten de, somut olayın bazı özel şartları, tazminattan indirim yapılması ve dolayısı ile de tazminat miktarının zarar miktarından daha az olmasına sebebiyet verebilecektir.

Haksız fiillerden kaynaklanmakta olan zararlara ilişkin tazminat taleplerinde, kişi hem zarara uğradığını hem de uğradığı zararın miktarını ispatlamak ile yükümlü tutulmuştur. Ancak bazı belirli durumlarda da zarar miktarının tam olarak tespiti ve bundan dolayı da ispatı her zaman mümkün olmayabilir. Kanun koyucu da tam olarak bu sebepledir ki, uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hâkimin, olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak, zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirlemesi gerektiğini hükme bağlamıştır.

Haksız fiilden kaynaklı tazminat davası zamanaşımı süreleri, Türk Borçlar Kanunu madde 72’de hüküm altına alınmıştır. Bu maddeye göre 2 yıllık sübjektif zamanaşımı süresi ve 10 yıllık objektif zamanaşımı süresi öngörülmektedir. Söz konusu iki yıllık süre zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren başlamaktadır. On yıllık süre ise haksız fiilin işlendiği tarihten itibaren başlamış olmaktadır. Bu süreler geçtikten sonra da zarar gören, zarar verenden ( yani haksız fiili işleyenden ) uğradığı zararların giderilmesi için tazminat isteyemez. Ancak şu unutulmamalıdır ki zamanaşımı bir defi olduğundan yani ileri sürülmediğinde hâkim re ’sen dikkate alamayacağından bahsetmiştik.

Haksız fiiller bazı hal ve durumlarda Türk Ceza Kanununa göre suç da teşkil edebilmektedir. Örnek vermek gerekir ise insan öldürmek, yaralamak bu fiiller hem tazminat sorumluluğu doğuran haksız fiil hem de cezai sorumluluk doğuran bir suçtur. Böyle durumlarda ceza kanunlarında hem suç hem de haksız fiil teşkil eden fiil için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörülmekte ise bu zamanaşımı süresi haksız fiilden kaynaklı olan tazminat davası zamanaşımı süresi olarak da uygulanır.

Bazı hal ve durumlarda ise haksız fiiller zarar gören bakımından bir borç doğmasına sebebiyet vermiş olabilir. Örnek verirsek; aldatma ve korkutmadan bahsedebiliriz. İlk olarak şunu belirtmemiz gerekir ki aldatma ve korkutma durumunda mevcut borcu iptal için 1 yıllık hak düşürücü süre hüküm altına alınmıştır. Fakat bu süre kaçırılması durumunda fiiller haksız fiil teşkil ettiğinden dolaylı olarak bir de zarar gören açısından da borç doğurduğu için Türk Borçlar Kanunu 72. Maddenin 2. Fıkrası uyarınca haksız fiilden doğan tazminat istemi zamanaşımına uğramış olsa bile zarar gören her zaman borcu ifadan kaçınabilme imkânına sahip olmaktadır.

SEBEPSİZ ZENGİNLEŞMEDEN DOĞAN ALACAKLARDA ZAMANAŞIMI

Sebepsiz zenginleşme, haklı bir neden olmadan bir başkasının aleyhine gerçekleşmiş olan zenginleşmelerdir. Sebepsiz zenginleşmenin ayrı bir borç kaynağı olarak kabul edilmesinin temelinde de hakkaniyet fikri yer almaktadır. Bu görüşe göre haklı bir neden olmadan bir başkası aleyhine gerçekleşen zenginleşmelerin sebepsiz zenginleşme nedeni ile geri verilmesi gerekmektedir.

Türk Borçlar Kanununun bu konu ile ilgili madde 77 ( 818 sayılı Borçlar Kanununun 61 vd. ) ve ardından gelen maddelerindeki düzenlemeler uyarınca, sebepsiz zenginleşme; geçerli olmayan ve tahakkuk etmemiş yahut varlığı sona ermiş bir sebebe ya da borçlu olunmayan şeyin hatalı verilmesine dayalı olarak gerçekleşebilir. Borcun kaynağı olarak öngörülmüş olan sebepsiz zenginleşmeden söz edilebilmesi için; bir taraf zenginleşirken diğerinin fakirleşmesi, zenginleşme ve fakirleşme arasında uygun illiyet bağının bulunması ve zenginleşmenin hukuken geçerli bir haklı sebebe dayalı olmaması gerekmektedir. Sebepsiz zenginleşmede yalnızca mal varlığındaki eksilmenin giderilmesinin talep edilmesi söz konusu olmaktadır. Şu ana kadar yapmış olduğumuz bu açıklamalara göre, sebepsiz zenginleşme alacaklıya 2. derecede ( tali nitelikte ) bir dava hakkı temin eder. Mal varlığındaki azalmanın başka aslî nitelikteki davalar ile önlenmesi mümkün ise, sebepsiz zenginleşme davasının gündeme gelmesi beklenmez.

Sebepsiz zenginleşmenin şartlarına bakarsak:

  • Sebepsiz zenginleşmenin söz konusu olduğu ilk hâl zenginleşmenin geçerli olmayan bir sebebe dayandığı hâl olarak karşımıza çıkmaktadır.Burada “ geçerli olmayan sebep ” ifadesinden hukukî bir sebebin mevcut olmaması ya da irade beyanlarının birbirine uygun bulunmaması gibi onay, izin, ehliyet, vb. geçerlilik ve etkinlik unsurlarından birinin mevcut olmaması nedeni ile zenginleşmeye esas teşkil eden hukukî işlemin kurulamaması, eksik kurulması ya da geçersiz kurulması sonucunu doğuran sebepler anlaşılmalıdır.
  • Sebepsiz zenginleşmenin söz konusu olduğu bir diğer hâl ise zenginleşmenin gerçekleşmemiş bir sebebe dayalı olmasıdır.Bir edimin ifası, gelecekteki bir olayın gerçekleşme ihtimaline binaen yapılmış ise ve bu ifadan sonra bu koşul gerçekleşmez ise de edimi ifa eden aleyhine sebepsiz zenginleşme meydana gelmiş olmaktadır. Bu durum özellikle şarta bağlı sözleşmelerde sıklıkla karşımıza çıkmaktadır.
  • Hukukî sebebin ortadan kalkmış olması hâlinde de sebepsiz zenginleşme söz konusu olmaktadır.Yani başka bir anlatım ile başlangıçta mevcut olmak ile beraber daha sonradan ortadan kalkan hukukî bir sebep de kazandırmayı sebepsiz zenginleşmeye dönüştürebilir. Kazandırmanın yapıldığı zaman geçerli olan bir sebep bulunmasına rağmen sonradan bu sebep ortadan kalkarsa, ortada sebepsiz zenginleşme olduğundan iadesi istenebilmektedir.

Sebepsiz zenginleşme, anlattığımız bu yollardan hangisi ile gerçekleşmiş olursa olsun, sebepsiz zenginleşen, aleyhine zenginleştiği tarafa karşı, geri verme borcu altında kalmaktadır. Türk Borçlar Kanunu 82. Maddeye göre, sebepsiz zenginleşmeden doğan bu istem hakkı, hak sahibinin geri isteme hakkı olduğunu öğrendiği tarihten başlayarak 2 yılın ve her hâlde zenginleşmenin gerçekleştiği tarihten başlayarak 10 yılın geçmesi ile birlikte zamanaşımına uğrar. Zenginleşme, zenginleşenin bir alacak hakkı kazanması sureti ile gerçekleşmiş ise diğer taraf, istem hakkı zamanaşımına uğramış olsa dahi, her zaman bu borcunu ifadan kaçınabilir. Yalnız bu sürenin işleyebilmesi için davacı tarafın verdiğini geri istemeye hakkı olduğunu öğrenmiş olması lazım gelmektedir. Bu durumda da zamanaşımı, davacının dava açmaya hakkı olduğunu öğrendiği tarihten itibaren başlar.

AYIBA KARŞI TEKEFFÜLDEN DOĞAN ALACAKLARDA ZAMANAŞIMI

Eser sözleşmesi ile yüklenici iş sahibinin ödemeyi taahhüt etmiş olduğu ücret karşılığında bir eser meydana getirmeyi ve meydana getirdiği bu eseri de iş sahibine teslim etmeyi üstlenir. Yüklenicinin teslim edeceği bu eseri sözleşmede kararlaştırıldığı üzere eksiksiz ve ayıpsız olarak tamamlayıp iş sahibine teslim etmesi yükümlülüğü ile donatılmıştır. Eserin teslimi bakımından tamamlanmış olma koşulu varken eserin ayıplı olması kural olarak teslime engel değildir. Teslim edilen eserin ayıplı olması durumunda yüklenicinin ayıba karşı tekeffül borcu söz konusu olur. Yüklenicinin meydana getirmiş olduğu eser, sözleşmede kararlaştırılan vasıfları taşımayan ayıplı bir eser ise yüklenici edim borcuna aykırı bir davranış içindedir. Bu durumda ayıplı bir ifa söz konusu olmakta ve söz konusu sözleşmenin gereği gibi yerine getirilmediğinden açık bir şekilde söz edilebilir. Ayıba karşı tekeffülün şartlarına bakarsak:

  • Ayıba karşı tekeffülün şartlarından ilki, eserin tamamlanarak teslim edilmiş olmasıdır. Tamamlanarak teslim edilen eser ayıplı bir çalışmanın sonucudur. Henüz sözleşmeye göre kararlaştırılmış olunan bütün çalışmalar bitmedi ise eser tamamlanmamış sayılmaktadır. Bu sebepten ötürü eser ayıplı sayılamaz ve ayıba karşı tekeffül hükümleri uygulanamaz. Bu neden ile eser ayıplı olsa dahi tamamlanması ve tamamlanan bu eserin teslimi gerekir.
  • Ayıba karşı tekeffülün 2. şartı, teslim edilmiş olan eserin ayıplı olmasıdır. Eserdeki ayıp kavramını; meydana getirilmiş olan eserin sözleşmede kararlaştırılan nitelikleri taşımaması ya da söz konusu olan sözleşme ile kararlaştırılmasa bile eserde bulunması gereken vasıfların bulunmaması olarak tanımlamak mümkündür. Bu noktada ise teslim edilen eser sözleşmede üzerinde anlaşılan niteliklerden birinin eksikliği durumunda ayıplı sayılabileceği gibi gerekli olan vasıfların eksikliği halinde de ayıplı sayılır.
  • Ayıba karşı tekeffülün 3. Şartına baktığımızda ise iş sahibince kontrol ve ihbar yükümlülüklerinin yerine getirilmiş olmasıdır. Ayıp ihbarının nasıl yapılacağı hususunda bir şekil şartı bulunmamaktadır. Bu sebepten ötürü de sözlü olarak da yapılabilir. Nitekim ayıp ihbarı maddi olayın bildirilmesi niteliğinde olduğundan karşı tarafa bildirilmesi şekle tabi değildir. İfade edilen bu koşul Türk Borçlar Kanunu 474. madde ( BK md. 359 ) hükmünden rahatça çıkarılmaktadır. Madde bağlamında eserin tesliminden sonra iş sahibi işlerin olağan akışına göre imkân bulur bulmaz onu muayene etmeye ve bulduğu ayıpları yükleniciye bildirmek zorundadır.

Zamanaşımına ilişkin ilk hareket noktamız Türk Borçlar Kanunu 363. hükmü olacaktır. Hakikaten bu madde ayıplı ifadan kaynaklı hakların tabi olduğu zamanaşımı süresine ilişkin özel bir düzenleme içermektedir. Söz konusu maddeye göre, eser sözleşmesine konu olan eserin ayıplı olmasından dolayı iş sahibinin sahip bulunduğu haklar, satım sözleşmesinde alıcının haklarının tabi olduğu zamanaşımına tabidir. Örneğin, taşınmaz inşaata ilişkin ayıplardan dolayı iş sahibinin yükleniciye ve inşaata katılan mimar ve mühendise karşı talepleri, eserin teslim tarihinden itibaren 5 yıllık zamanaşımına tabidir. Söz konusu olan bu hüküm Türk Borçlar Kanunu 146. madde ( BK md. 125 ) ve devamında yer alan zamanaşımı ile ilgili genel kurallar karşısında özel bir hüküm niteliği taşımaktadır.

ZAMANAŞIMININ DURMASI

Zamanaşımının işlemeye başlamadan öncesinde ya da işlemeye başlamasından sonra, kanunda belirtilmiş olan engeller ile durmasına ve engel ortadan kalktıktan sonra da kaldığı yerden işlemeye devam etmesi zamanaşımının durması olarak tanımlanmaktadır. Zamanaşımını durduran sebepler, zamanaşımı işlemeye başladığı anda mevcut ise zamanaşımı işlemeye başlamaz. Eğer zamanaşımı işlemeye başladıktan sonra bu tip durumlar ortaya çıkar ise zamanaşımı işlemeye devam etmez. Zamanaşımının durması durumunda, kesilmesinden farklı olarak, işlemeye başlayan süre varlığını korur ve durma sebebi ortadan kalktıktan sonra kaldığı yerden devam eder.

Kanun koyucu alacaklının talep hakkını, keyfi olarak değil de, borçlu ile arasındaki bazı sosyal ve hukuki münasebetler sebebi kullanamadığı hal ve durumlarda zamanaşımının işlemesini adalete aykırı görmüştür. Baktığımızda gerçekten de alacaklı ile borçlu arasında öyle bazı ilişkiler vardır ki, çoğu zaman alacaklı bu ilişkiler sebebi ile ya alacağını talep etmekten kaçınır ya da hiç talep edemez. Bu hal ve durumlarda zamanaşımının işlemeye devam etmesi adalete aykırı sonuçlar doğurur. Zamanaşımını durduran sebeplere bakıldığında aslında bunların başlıca 2 grupta toplandığı açıkça anlaşılmaktadır. Bunlardan ilki alacaklı ile borçlu arasındaki sosyal ilişkiler, 2. grup ise alacaklının borçlu aleyhine dava açmasının fiilen mümkün olmamasıdır.

Zamanaşımını durduran sebepler Türk Borçlar Kanunun 153. maddesinde düzenlenmiştir. Bu nedenlerden birinin varlığı halinde süre hiç başlamaz, başlamış ise de bu süreyi durur. Zamanaşımını durduran sebebin ortadan kalkması halinde ise, süre kaldığı yerden devam eder. Yani demek oluyor ki süre baştan işlemez, yalnızca duraklamış olur.

Zamanaşımını durduran sebepler:

  1. Velayet süresince, çocukların ana ve babalarından olan alacakları için.
  2. Vesayet süresince, vesayet altında bulunanların vasiden veya vesayet işlemleri sebebiyle Devletten olan alacakları için.
  3. Evlilik devam ettiği sürece, eşlerin diğerinden olan alacakları için.
  4. Hizmet ilişkisi süresince, ev hizmetlilerinin onları çalıştıranlardan olan alacakları için.
  5. Borçlu, alacak üzerinde intifa hakkına sahip olduğu sürece.
  6. Alacağı, Türk mahkemelerinde ileri sürme imkânının bulunmadığı sürece. 7. Alacaklı ve borçlu sıfatının aynı kişide birleşmesinde, birleşmenin ileride geçmişe etkili olarak ortadan kalkması durumunda, bu durumun ortaya çıkmasına kadar geçecek sürece zamanaşımı süresi durur.

Zamanaşımının kesilmesinden farklı olarak zamanaşımının durması, ancak durma nedeni şahıs bakımından gerçekleşen borçlu açısından geçerli olmaktadır. Çünkü zamanaşımının durmasını gerektiren sebepler her bir borçlunun şahsi durumundan meydana gelir. Bu sebepten dolayı müteselsil borçlulukta zamanaşımının bir borçlu açısından durması, diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımının durmasına sebep olmayacağı gibi, zamanaşımının asıl borçluya karşı durması halinde zamanaşımı kefile karşı da durması söz konusu olmaz.

ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ

İşlemeye başlamış olan ve henüz tamamlanmamış zamanaşımı süresinin kanunda öngörülen kesilme sebeplerinden birinin gerçekleşmesi ile son bulması ve kesilme sebebinin ortadan kalkması ile beraber yeni baştan işlemeye başlamasına zamanaşımın kesilmesi denilir. Zamanaşımının kesilmesi için ilk olarak işlemeye başlamış olan bir zamanaşımı süresinin bulunması gereklidir. Bu sebep dolayısı ile henüz zamanaşımı süresinin işlemeye başlamadığı anda ortaya çıkan kesilme nedeninin bir önemi bulunmamaktadır. Oysaki zamanaşımını durduran nedenler zamanaşımının işlemeye başlamadığı anda ortaya çıkarsa, zamanaşımı süresi durma nedeni ortadan kalkana kadar işlemeye başlamamaktadır.

Zamanaşımının kesilmesi için ilk olarak zamanaşımının işlemekte olması şartı aranmaktadır. Zamanaşımı süresi dolmuşsa, zamanaşımının kesilmesi söz konusu olmaz. Zamanaşımının kesilmesi ile beraber, o ana kadar işlemiş olan zamanaşımı süresi hiçbir sonuç doğurmamak üzere ortadan kalkar ve zamanaşımını kesen olaydan itibaren en baştan yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlar.

Zamanaşımını kesen sebepler:

Zamanaşımı süresini kesen haller Türk Borçlar Kanunun 154. maddesinde hüküm altına alınmıştır. Zamanaşımı süresinin kesilmesi halinde zamanaşımı süresi en baştan işlemeye başlayacaktır.

Türk Borçlar Kanunu 154. maddesi uyarınca;

  1. Borçlu borcu ikrar etmişse, özellikle faiz ödemiş veya kısmen ifada bulunmuşsa ya da rehin vermiş veya kefil göstermişse.
  2. 2. Alacaklı, dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa zamanaşımı süresi kesilir.

Zamanaşımından Feragat

Zamanaşımı def’i vasfı itibari ile kanun tarafından borçluya verilmiş bir hak olması nedeninden dolayı borçlu bu hakkını kullanarak borcunu ifa etmekten kaçınabileceği gibi, bu hakkını kullanmadan da borcunu ifa da edebilir. Def’i hakkını kullanmak istemeyen borçlu, zamanaşımın tamamlanması ile doğan def’i hakkından feragat edebilir.

Borçlu, kendisine tanınmış olan bir defi hakkını kullanıp kullanmama konusunda serbest olmakta ve bu haktan feragat edebilme imkânına sahiptir. Bu anlamda borçlunun, hukuk düzeninin sınırları içerisinde zamanaşımı definden feragat edebilmesi mümkün olmaktadır. Borçlunun, zamanaşımı defini ileri sürmeye ilişkin hakkını, belirli bir süre için, ortadan kaldıran böyle bir tasarrufta bulunması bazı nedenlerden kaynaklanabilir.

Türk Borçlar Kanunu 160. madde 1. fıkrada ise zamanaşımından önceden feragatin yasak olduğu hüküm altına alınmaktadır. İşlemekte olan zamanaşımı süresinden feragat edilebilir. Yalnız bu tip bir feragat, sadece zamanaşımının işlemiş olan kısmı için geçerli olabilir. Zamanaşımının henüz işlememiş olan kısmı için yapılan feragat ise Türk Borçlar Kanunu 27. Maddesi 1. fıkrası gereği geçersizdir. Zamanaşımı süresi işlerken olduğu kadar, bu sürenin dolmasından sonra da zamanaşımından feragat edilebilmesi mümkündür. Bu sonuca, alacağın doğumu anında veya öncesinde feragat edilemeyeceği şeklinde anlamlandırdığımız önceden feragat yasağına ilişkin Türk Borçlar Kanunu 160. Maddeye 1. fıkrasında hükmünden de ulaşılabilir.

Borçlu, önceden feragat yasağını ihlal etmediği sürece zamanaşımından her zaman feragat edebilir. Yani başka bir anlatım ile sözleşme kurulmadan önce ya da kurulduğu anda ( alacak doğmadan önce ) olmadıkça, gerek zamanaşımı süresi dolduktan sonra gerek zamanaşımı süresi işlerken ( yukarıda açıklandığı üzere tartışmalı olmakla birlikte ) zamanaşımından feragat edilebilmesi mümkün olmamaktadır. Zamanaşımı süresi dolmadan önce ( işlerken ) yapılan bir feragat beyanının nasıl bir etkiye sahip olacağı ise doktrinde tartışmalı konulardandır. Bir görüşe göre bu halde feragat, zamanaşımını kesen bir fiil gibi etkide bulunur. Buna göre, zamanaşımından feragat edildiği andan itibaren kesilen ( başlangıçtaki ) süre yeniden işlemeye başlar. Bu kapsamda da ileri sürülen bir görüş, süreli ve süresiz feragat beyanını etkisi bakımından birbirinden ayırmaktadır. Buna göre süreli feragat beyanlarında öncelikle taraf iradelerinin belirleyici olması gerekir.

Türk Borçlar Kanunu, borçlunun hangi süre içinde feragat edebileceği konusunu hüküm altına almış değildir. Feragatin süresi ilk olarak taraf iradesi esas alınarak belirleneceği açıktır. Bu anlamda feragat, taraflarca belirlenmiş olan süre için ( söz gelimi ise mayıs sonuna kadar, bir hafta ya da bir yıl için ) geçerli olur. Bu kapsamda borçlunun, zamanaşımından belirli bir süre için ya da bir süre belirlemeden feragat edebilmesi mümkün olmaktadır.

Türk Borçlar Kanunu 160. Madde, zamanaşımından feragat açısından bir şekil şartı öngörmemektedir. Bu sebep ile borçlar hukukunda geçerli şekil serbestisi ilkesi feragat beyanı bakımından da geçerlidir. Doktrinde de asıl sözleşme şekle tâbi olsa bile, zamanaşımından feragat beyanı bakımından herhangi bir şekil zorunluluğunun bulunmadığı görüşü hâkim olmaktadır. Bu görüşe göre, örtülü bir irade beyanı ile ya da kanaat verici davranış yolu ile dahi zamanaşımından feragat edilebilmesi imkânı vardır. Bu şekilde olmak ile birlikte doktrinde, feragat beyanının örtülü olarak gerçekleştiğinin kabulü sıkı koşullara bağlanmakta, borçlunun bu yöndeki iradesinin açık olması gerektiği belirtilmektedir. Söz gelimi böyle bir feragat, güvence verilmesi halinde söz konusu olabilir.

Ceza Hukukunda Zamanaşımı

Kamu hukukunda yer alan zamanaşımını incelediğimiz, her hukuk alanında bulunan kendilerine özgü dava açma sürelerinin yanında, ceza hukukunda ve vergi hukukunda özel zamanaşımı süreleri yer almıştır. Zamanaşımı konusu ceza hukukunun en tartışmalı konularından bir tanesini teşkil etmektedir. Özellikle de ülkemizde yargılama sürelerinin uzun olması sebebinden ötürü zamanaşımı kurumu sık sık fiili bir affa dönüştüğü gerekçesi ile genel olarak eleştirilmekte ve toplumun tepkisini kendi üzerine çekmektedir. Ceza hukukunda zamanaşımını incelediğimizde devletin cezalandırma yetkisini ortadan kaldıran bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Suçun işlenmesinin ardından geçen zaman diliminin, devletin vereceği cezayı aşağıda incelenecek olan çeşitli gerekçelerle işlevsiz hale getireceğine ilişkin düşünceler zamanaşımının temelini meydana getirmektedir. Zamanaşımına uğramama kavramı hiçbir şeyi unutmayı kabul etmezken, af kurumu ise bunun tersine her şeyi unutmayı önermektedir.

Dava ve ceza zamanaşımı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 1. Kitabının 4. bölümünde davanın ve cezanın düşürülmesi başlığı altında hüküm altına alınmıştır. Dava zamanaşımı süresinin dolması kamu davasının düşmesine yol açmaktadır. Ceza zamanaşımının dolması ise, sanık hakkında verilen cezanın düşmesine ve bu nedenden de infaz edilebilme imkânının ortadan kalkmasına yol açmaktadır.

Ceza hukukunda belirli bir süre geçmesi ile birlikte ceza davası açılmasını engelleyen ya da açılmış bir dava varsa bu davanın düşmesine yol açan süre dava zamanaşımı olarak açıklanırken, kesin hükmün üzerinden belirli bir süre geçmesi ile hükümde yer alan cezanın infazını önleyen süre ise ceza zamanaşımı olarak tanımlanmaktadır. Bu 2 zamanaşımı süresi birer anayasal kurum olmaları ile diğer hukuk alanlarındaki zamanaşımı sürelerinden açık bir şekilde ayrılır. Türk Hukuk Tarihinde, dava ve ceza zamanaşımı kurumlarına anayasal nitelik tanıyan ilk anayasa 1982 Anayasası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zamanaşımının Hukuki Niteliği

Zamanaşımının hukuki niteliği konusunda 3 temel görüş bulunmaktadır ve günümüzde bile bu konuda bir görüş birliği sağlandığı maalesef ki söylenemez. Varılacak sonuç sanığın hukuki durumunu ciddi bir biçimde etkilemiş olmaktadır. Buna ek olarak da zamanaşımının hukuki niteliği, verilecek hükmün niteliğinin belirlenmesinde de önem taşımaktadır.

Muhakeme Hukukuna Ait Bir Kurum Olduğunu Kabul Eden Görüş

Zamanaşımının muhakeme hukukuna ait bir kurum olduğunu kabul eden yazarlar vardır. Bu görüşü savunan yazarlar, aradan geçen zamanın devletin ceza verme yetkisine herhangi bir etki yapmadığı; ancak, ceza kovuşturmasına ve cezanın verilebilmesine engel olduğu düşüncesi içindedirler. Buna anlayışa göre de zamanaşımının olumsuz bir muhakeme şartı vasfı taşımakta olduğunu ileri sürmektedirler. Türk Ceza Kanunu zamanaşımı kurumunu kamu davasını düşüren nedenler arasında hüküm altına aldığına göre, kanunun da kurumun muhakeme hukukuna ait olduğunu kabul ettiği sonucuna rahat bir şekilde ulaşılabilir. Zamanaşımının Ceza Muhakemesi Kanununda değil, ceza kanununda düzenlenmiş olması da bunun bir maddi ceza hukuku olduğunu göstermez. Bu görüş içerisinde olanlar, zamanaşımını delillerin kaybolacağı esası üzerine kurarlar ve genel olarak da ceza zamanaşımını kabul etmezler.

Maddi Ceza Hukukuna Ait Bir Kurum Olduğunu Kabul Eden Görüş

Bu görüşü kabul edenler kendi içlerinde 2’ye ayrılmaktadırlar. Bazı yazarlar zamanaşımının suçun cezalandırılabilme vasfını ortadan kaldıran bir etkisi olduğunu ileri sürmektedir. Fakat diğer bir görüşte olanlar ise zamanaşımının fiilin suç olma vasfını ortadan kaldırmamış olduğunu, yalnızca devletin ceza verme yetkisini ortadan kaldırdığını ileri sürmektedirler.

Dava sonunda verilecek hüküm ile ilgili olarak 2. görüşte olan yazarlardan bazıları, zamanaşımının varlığı halinde dahi davaya sonuna dek devam edilerek mahkûmiyet ya da beraat hükmü verilmesini ve böylece ceza verme yetkisinin halen var olduğunun ilan edilmesi gerektiği, fakat sonuçta dava, zamanaşımına uğradığı için beraat kararı verileceği düşüncesini savunmaktadırlar. Diğer yazarlar ise, zamanaşımı süresinin dolması halinde artık dava açılamayacağı, açılmış davalara devam edilemeyeceği ve hükmedilmiş cezaların yerine getirilemeyeceği görüşünü savunmaktadırlar. Bahsetmiş olduğumuz iki görüşe göre de, zamanaşımı cezayı kaldıran bir sebep olarak açıklanmaktır; yalnızca ceza kovuşturmasını değil, devletin ceza verme yetkisini de ortadan kaldırmaktadır.

Karma Nitelikte Bir Kurum Olduğunu Kabul Eden Görüş

Zamanaşımının karma nitelik taşıdığını savunan yazarlar da vardır. Söz konusu olan bu yazara göre, bu kurum hem maddi ceza hukukuna hem de muhakeme hukukuna aittir. Bu taşıdığı vasıftan dolayı zamanaşımı, hem devletin ceza verme yetkisini ortadan kaldırır hem de bir muhakeme engeli etkisi gösterir. Bu yazarlardan kurumun maddi ceza hukuku yönünün ağır bastığını düşünenler, devletin cezalandırma yetkisinin ortadan kalkmasının muhakeme hukukunda etkisini bir ceza muhakemesi engeli olarak gösterdiği düşüncesi içerisindedirler. Bu anlayış içerisinde olan bazı yazarlar ise, dava zamanaşımının muhakeme kanununda, ceza zamanaşımının ise ceza kanununda yer almasının lazım olduğunu savunmaktadırlar. Bunu savunanlara göre dava zamanaşımı delillerin yitirilmesinden dolayı olarak muhakeme hukukuna, ceza zamanaşımı ise sosyal yararın kalmaması sebebi ile maddi ceza hukukuna aittir.

Türk Hukukundaki Durum

Öğretide genel olarak hukuki nitelik konusu bir bütün olarak incelenmiş ve ceza ve dava zamanaşımı arasında bir fark gözetilmemiştir. Bu noktada unutulmaması gereken en önemli husus ise hukuki nitelik konusundaki sorunun yalnızca dava zamanaşımı için söz konusu olduğudur. Çünkü ceza zamanaşımının muhakeme hukuku ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Zamanaşımının bir muhakeme hukuku kurumu olmadığını gösteren başka dayanaklar da vardır. Şayet zamanaşımı bir muhakeme hukuku kurumu olmuş olsaydı, zamanaşımı sürelerinin her bir suç için farklı belirlenmesini açıklamak imkânsız bir hale gelir ve bütün suçlar için de tek bir süre belirlemek gerekirdi. Hâlbuki kanun koyucu suçların ağırlıklarına göre farklı farklı süreler belirlemiştir ve bu durum ancak ve ancak bir maddi ceza hukuku kurumu için mümkün olabilir.

Ceza Kanunlarının Zaman Bakımından Uygulanması Ve Zamanaşımı

Yeni kanun yürürlüğe girdiği zaman, eski kanun uyarınca dava ya da ceza zamanaşımı süresi dolmuş ise, herhangi bir sorunla karşılaşılmayacaktır. Zira devletin cezalandırma yetkisi ortadan kalkmıştır ve kişinin dolan zamanaşımı süresine güvenmesi de gerekir. Devletin dolan zamanaşımı süresini geriye etkili olacak şekilde uzatması mümkün olmamaktadır. Anayasanın 38. Maddesinin 2. fıkrasının, birinci fıkraya yaptığı atıfla, zamanaşımı ile ilgili kurallarda lehe olan kanunun geriye yürüyeceği belirlenmiş olduğundan, Türk Hukukunda zamanaşımının maddi ceza hukukuna mı yoksa muhakeme hukukuna mı ait olduğuna ilişkin tartışmanın, bu normların zaman açısından uygulanması konusunda bir etkisi bulunmamaktadır. Aksi halde, zamanaşımının muhakeme hukukuna ait bir kurum olarak kabul edilmesi ihtimalinde, bu hukuk dalında zamana bakımından uygulama açısından hâkim ilke derhal uygulanabilirlik olduğundan dolayı yeni kanunda yer alan sürenin; maddi ceza hukukuna ait bir kurum olduğu kabul dildiğinde ise lehe kanunun geriye yürürlüğü ilkesi uyarınca, lehe olan kanun dikkate alınması gerekecekti. Failin lehine olan kanunun belirlenmesinde öğretide hâkim olan görüş ise failin fiili işlediği zamanın kanunu ile sonradan yürürlüğe giren kanunun daha lehe olan hükümlerinin alınarak karma bir uygulamaya gidilemeyeceğidir. Çünkü bu tip bir uygulamanın yargıcın üçüncü bir kanun yaratması anlamına geleceği yönünde anlaşılmaktadır. Burada yapılması gereken ise her 2 kanunun tüm hükümleri olaya uygulandıktan sonra, ortaya çıkan hükümlerden hangisi daha lehe ise, bunların karşılaştırılıp o hükmün uygulanmasıdır. Söz konusu olan bu değerlendirmede ise sonuç cezanın yanında kusurluluk şekli, yanılma, isnat yeteneği, hukuka uygunluk nedenleri, şahsi cezasızlık sebebi, dava ve cezayı düşüren sebepler, tekerrür vb. tüm hususlar da göz önünde bulundurulacaktır.

5252 Sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun lehe olan hükümlerin uygulanması başlıklı 9. Maddesinin 3. fıkrası da öğretide hâkim olan görüş ile uyumlu olduğu açıkça belirlenebilmektedir. Yargıtay uygulaması da lehe kanuna ilişkin değerlendirmede, her iki kanunun tüm hükümlerinin bir bütün olarak uygulanması gerektiği yönünde olduğu saptanmaktadır.

Dava Zamanaşımı

Dava zamanaşımı, suçun işlenmesinin üzerinden belirli bir vaktin geçmesi, devletin cezalandırma yetkisinin ortadan kalktığı kabul edilerek, kamu davasının düşmesine yol açmaktadır. Kanunda yer almakta olan bu süre, dava zamanaşımı süresi olarak adlandırılmaktadır. Dava zamanaşımının, maddi ceza hukukuna ait fakat muhakeme hukukunu da etkileyen bir kurum olduğu yönündeki hâkim görüşe katıldığımızı anlattıklarımızdan belirtmiştik. Bu bağlamda asıl ortadan kalkan devletin cezalandırma yetkisidir ve davanın düşmesi de bunun doğal bir sonucu olarak meydana gelmektedir. Bu sebep ile kurumun dava zamanaşımı olarak adlandırılmasının, ona usuli bir nitelik tanınmasını zorunlu kılmadığını ve yerleşmiş bir terim olan dava zamanaşımından vazgeçmek için geçerli bir neden olmadığıdır.

Dava Zamanaşımına Uğramayan Suçlar:

1-Soykırım suçu, insanlığa karşı suçlar ve bu suçları işlemek için örgüt kurma ya da yönetme suçu

2-Türk Ceza Kanunu 2. Kitap dördüncü kısımda yer almakta olan yurt dışında işlenmiş suçlardan, ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ya da 10 yıldan fazla hapis cezası

Dava Zamanaşımı Süresinin Belirlenmesi:

Dava zamanaşımı süreleri 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 1. fıkrasında yer almaktadır. Öte yandan kanunda belirlenmiş olan bu sürelerin hangi cezaya göre belirleneceği konusu öğretide tartışmalı konulardandır. Bu konuda ileri sürülen 2 temel görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerden ilki “ soyut ceza sistemi ”, diğer bir görüş ise “ somut ceza sistemi ” olarak adlandırılmaktadır. Bunlara ek olarak bu 2 sistemin bazı özellikleri birleştirilerek oluşturulan karma sistem önerileri de mevcut olmaktadır. Aşağıda söz konusu sistemler ele alınacaktır.

Zamanaşımı Süresinin Soyut Ceza Sistemine Göre Belirlenmesi ( Kanunda Yazılı Cezaya Göre Belirlenmesi – Objektif Sistem )

Soyut ceza sisteminde dava zamanaşımı, kanunun o suç için öngörmüş olduğu cezaya göre belirlenir. Başka bir deyiş ile bu sistemde, ağırlaştırıcı ve hafifletici sebeplerin zamanaşımı süresinin belirlenmesine herhangi bir etkisi yoktur. Bu görüşü savunan yazarlar, ceza davasının bitmediği ve fiilin somut olarak gerektirdiği cezanın belli olmadığı gerekçesi ile olaydan ve failden soyut olarak, kanunda o suç için öngörülen cezanın üst sınırının dava zamanaşımının belirlenmesinde kullanılabilecek tek ölçü olduğunu savunurlar. Bu yazarlar somut ceza sistemine, hâkimlerin keyfi kararları ile zamanaşımı süresinin değişmesi sonucuna yol açabileceği nedeni dolayısı ile karşı çıkmaktadırlar. Bu bağlamda da somut ceza sisteminin uygulanması halinde birbirine benzer 2 olayda hâkimin haksız tahrikin varlığına hükmetmesi ya da etmemesinin, bu iki olayın farklı zamanaşımı sürelerine tabi olmasına yol açacağını ileri sürerek, somut ceza sisteminin yerinde olmadığını ispat etme girişimlerinde bulunmuşlardır.

Somut ceza sistemini incelemiş olduğumuzda, dava zamanaşımının hangi cezaya göre tespit edileceği de öğretide tartışma konusu olmuştur. Bu görüşlerden ilki, cezanın üst sınırının dikkate alınması gerektiği yönünde iken, diğer bir görüş ise üst sınırı ölçü almanın çok aleyhe bir yaklaşım olduğu ve mahkemelerin neredeyse hiçbir zaman üst sınıra kadar çıkarak ceza vermemelerinden yola çıkarak alt ve üst sınırların ortalamasının alınması şeklinde ortalama bir formül benimseme eğiliminde olmaktadır.

Zamanaşımı Süresinin Somut Ceza Sistemine Göre Belirlenmesi ( Suçluya Verilmesi Gereken Cezaya Göre Belirlenmesi – Sübjektif Sistem ):

Bu sistemi savunan yazarlar da suçtan doğan sosyal zararın soyut olarak dikkate alınamayacağını, somut bir olay olan suçun kendisini etkileyen tüm haller ile birlikte dikkate alınması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Soyut ceza sisteminde hafifletici sebeplerin dikkate alınmamasının sanığın aleyhine olduğu, oysa ki ceza zamanaşımında hükme konu olan sonuç ceza, bu nedenleri de içerdiği ve 2 tür zamanaşımı arasında bu konuda bir ayırım yapmanın bir anlamı olmadığı düşüncesindedirler. Somut ceza sisteminde faile verilmesi gereken ceza esas alınır. Hangi cezanın esas alınacağı konusunda belli başlı 2 tip somut ceza sistemi öngörülmüştür.

Türk Ceza Kanununda Kabul Edilen Sistem:

Dava zamanaşımının hesaplanması konusunu düzenlemekte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 3. fıkrasında, sürenin hesabında suçun daha ağır cezayı gerektiren nitelikli hallerinin de dikkate alınacağını da açıkça belirlenmiştir. Kanuni düzenleme açık olmasına rağmen Türk öğretisinde dava zamanaşımının hesaplanması konusunda somut ceza sisteminin kabul edildiğini ileri süren yazarlar olduğu gibi, soyut ceza sisteminin kabul edildiğini iddia eden yazarlar da bulunmaktadır.

Çocukların İşlediği Suçlarda Dava Zamanaşımı Süresinin Belirlenmesi

5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 2. fıkrasında çocuklar ile yetişkinler arasında pozitif ayrımcılık yapılarak çocukların işlemiş olduğu suçlarda zamanaşımı süresini yetişkinlerin işlediği suçlara kıyasla daha kısa tutmuştur. Bu tip bir ayırım hukukumuza ilk kez 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile girmiştir. Buna göre Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 2. fıkrasında, fiili işlediği sırada ceza sorumluluğu olan fakat 15 yaşının doldurmamış çocuklar açısından dava zamanaşımı süresini, o suç için öngörülmüş olan dava zamanaşımı süresinin yarısı olarak hüküm altına alınmıştır. Aynı maddede, fiili işlediği sırada 15 yaşının doldurmuş fakat 18 yaşını doldurmamış olan çocuklar yönünden zamanaşımı süresi, bir önceki grupta yer alan çocuklardan daha fazla fakat yetişkinlerden daha az olacak şekilde, o suç için öngörülmüş olan zamanaşımı süresinin üçte ikisi olarak düzenlenmiştir.

Seçimlik Cezayı Gerektiren Suçlarda Dava Zamanaşımı

Seçimlik cezayı gerektiren suçlarda hangi tür cezanın esas alınarak zamanaşımı süresinin belirleneceği 765 sayılı Türk Ceza Kanunu döneminde oldukça tartışmalı konulardan biriydi. Kanundaki bu boşluğun içtihadı birleştirme kararıyla doldurulması yoluna gidilmişti. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 4. fıkrasında yer alan “ seçimlik cezayı gerektiren suçlarda hapis cezası esas alınır ” şeklinde yer alan düzenleme ile bu tartışmayı sona erdirmiştir.

Suçların İçtimaı Halinde Dava Zamanaşımına Esas Alınacak Ceza

Suçların içtimaı durumunda hangi cezanın zamanaşımına esas alınacağını içtimaın türüne göre belirlemek gereklidir. Bileşik suçun varlığı halinde, bu suçu meydana getiren diğer unsur ya da ağırlaştırıcı neden teşkil eden suçların zamanaşımına uğraması, bileşik suçun da zamanaşımına uğramasını gerektirmez. Zira bu suçlar bileşik suç içerisinde eriyerek bağımsız varlıklarının kaybettikleri görülür. Geçitli ( karma ) suçlarda da görünüşte normlar çatışması söz konusu olmaktadır. Fail, hafiften ağıra doğru izlediği suç yolu içerisinde yalnızca en ağır suçtan cezalandırılacağından dolayı bu suçtan daha hafif olan suçların zamanaşımına uğraması önem taşımamaktadır.  Gerçek içtima durumu meydana gelmiş ise her suç bağımsız varlıklarını sürdürmekte olduğundan, her suç tabi olduğu zamanaşımı süresi sonunda ayrı ayrı zamanaşımına uğramış olacaktır.

Dava Zamanaşımını Durduran Nedenler

Dava zamanaşımını durduran nedenler Türk Ceza Kanununda, Ceza Muhakemesi Kanununda ve bu kanunlara ek olarak bazı özel ceza kanunlarında yer almaktadır.

  • İzin ya da karar alınması için ilgili makama başvuru yapılması
  • Bekletici sorun
  • Fail hakkında verilmiş olan kaçaklık kararı
  • Bankacılık Kanunu kapsamında olan kamu davalarında dosyanın bilirkişiye gönderilmesi
  • Kamu davasının açılmasının ertelenmiş olması
  • Kamu davasında verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması
  • Uzlaşma teklifinde bulunulması

Dava Zamanaşımının Durmasının Sonuçları

5237 sayılı Türk Ceza Kanunda kesme sebeplerinden farklı olarak, durma halinde dava zamanaşımının en çok ne kadar uzayabileceğine ilişkin bir üst sınır henüz yer almamaktadır. Bu sebepten dolayı öğretide Anayasaya aykırılık iddiasının çözülmesi için belirlenen 5 aylık süre dışında, teorik olarak dava zamanaşımının sonsuza kadar durabileceği de ileri sürülmektedir. Söz konusu olan bu tespit kaçaklık kararı bakımından tamamen doğru bir değerlendirme olacağını söyleyebiliriz. Kaçağın ele geçirilememesi halinde zamanaşımı kaçağın vefatına dek durur. Diğer bir yandan diğer nedenler açısından sonsuza dek durma ancak teorik olarak mümkün olmaktadır. Çünkü er ya da geç yetkili merci izin veya karar talebine cevap verecek, bekletici sorun çözülecek, dosya bilirkişiden dönecek, erteleme ya da denetim süresi dolmuş olacaktır.

Durma halinde de kesici bir nedenin ortaya çıkması halinde ne olacağı sorunu da, dava zamanaşımının durması konusu ile ilgili olarak öğretide tartışılan hususlardan biri olmaktadır. Bu konuda görüş belirten bazı yazarlara göre, durma halinde kesici sebebin etkisi olmayacağını zira duran bir sürenin kesilmesinin düşünülemeyeceği hususunu ileri sürmüşlerdir. Bilindiği üzere kesilmenin sonucu dava zamanaşımı süresinin yeni baştan işlemeye başlamasıdır. Hâlbuki bir durma nedeni varken, dava zamanaşımının işlemesi söz konusu olamayacağından, süre dururken kesilmenin hükümlerinin tam olarak uygulanması mümkün değildir. Bu neden ile durma süresi içerisinde gerçekleşen kesme nedeninin dava zamanaşımı açısından hiçbir hükmü olmadığı söylenebilir. Öte yandan da dava zamanaşımı süresi dururken ortaya çıkabilecek kesme nedenlerinin sayısının sınırlı sayıda olması sorunun önemini az da olsa hafifletmektedir.

DAVA ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ Ve NEDENLERİ

Dava zamanaşımının kesilmesi, kanunda açık bir şekilde sayılmış olan bazı hukuki fiillerden dolayı, o ana kadar işlemiş olan dava zamanaşımı süresinin işlememiş sayılmasını ve dava zamanaşımı süresinin yeni baştan işlemeye başlaması anlamına gelmiş olmaktadır.

Öğretide, dava zamanaşımının kesilmesini yerinde bulan yazarlar olduğu gibi, bu kavrama tamamen karşı olan yazarlar da bulunmaktadır. Kesilme nedenlerinin var olması gerektiği düşüncesinde olan yazarlar, dava zamanaşımı kesen nedenlerin, durma nedenlerinde olduğu gibi, zamanaşımını varlık sebebini açıklayan görüşler ile aynı esasa dayandırmış olmaktadırlar. Dava zamanaşımının kesilmesi kurumunun modern ceza kanunları tarafından kabulü ve kurumun uygulama alanının yargı kararları ile genişletilmiş olması, Cumhuriyet savcısının kamu davasını açmakta ihmali olabileceğine dair görüşlerin de zamanaşımı kurumuna yabancı olmadığını meydana çıkarmaktadır. Kesme nedenlerinin var olması gerektiğini savunan yazarlar suçtan kaynaklanan sosyal sarsıntı sürdükçe, suçlunun cezalandırılmasında kamunun yararı olduğu düşüncesinden hareket ile dava canlı ve hareketli oldukça zamanaşımının söz konusu olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerine ek olarak da davayı canlı ve hareketli tutan tüm olayların zamanaşımını keseceği sonucuna varmışlardır. Bu yazarlar, bu görüşün aksini kabul etmenin adalet cihazının elinden silahını almakla eş anlama geleceği düşüncesi içerisindedirler.

Dava zamanaşımının kesilmesine karşı çıkan yazarlar, kanunun hem bir zamanaşımı süresi belirleyip, ardından da söz konusu olan bu sürenin uzayıp gitmesine izin vermesinin dava zamanaşımının varlık amacına ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu düşüncesini savunurlar. Bu yazarlar, şayet kesmenin amacı zamanaşımı süresini uzatmaksa, bu süreleri belirlemiş olmanın kanun koyucunun elinde olduğunu ifade etmişlerdir.

Ortaya çıkan 3. bir görüş ise kesme sebeplerini kabul eden ve reddeden görüşleri bağdaştırmayı amaç edinmektedir. Bu görüş ortada kamusal bir yarar yoksa kamu davasının ortadan kalkması gerektiğini ileri sürmektedir. Fakat şu var ki sırf bu sebep ile dava zamanaşımının hiçbir neden ile kesilememesi yönündeki çıkarıma karşı çıkmaktadır. Diğer bir yandan bu görüş, her türlü muhakeme işleminin dava zamanaşımının kesmesini vatandaşların haklarının uzun süre tereddütlü durumda kalmasına ve keyfiliğe yol açacağı yönündeki görüşleri benimsemiş olmaktadır. Buna göre de örneğin suçtan zarara görenin ya da sanığın yaptığı işlemler zamanaşımının kesmemelidir. Özet ile bu görüş, her türlü muhakeme işleminin zamanaşımını kesmesinin haklı görülemeyeceğini, ancak önemli bazı işlemlere kesici etki tanınması gerektiğinin ifade etmektedir.

Dava zamanaşımını kesen nedenler 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 67. maddesinin 2. fıkrasında, durma sebeplerini takiben sayılmıştır. Buna göre dava zamanaşımının kesen sebepler; şüpheli ya da sanıklardan birinin savcı huzurunda ifadesinin alınması veya sorguya çekilmesi, şüpheli ya da sanıklardan biri hakkında tutuklama kararının verilmesi, suç ile ilgili olarak iddianame düzenlenmesi ve sanıklardan bir kısmı hakkında da olsa mahkûmiyet kararı verilmesi olmak üzere 4 adettir.

Şüpheli veya Sanığın Cumhuriyet Savcısı Tarafından İfadesinin Alınması veya Sorguya Çekilmesi

İfade alma, Ceza Muhakemesi Kanununda , “ şüphelinin kolluk görevlileri ya da Cumhuriyet savcısı tarafından soruşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesi ” olarak ifade edilmektedir. Madde metninde yer almakta olan “ ifade alma ” ve “ sorgu ” terimlerinin anlamı Ceza Muhakemesi Kanunun tanımlar başlıklı 2. maddesinde yer almaktadır. Hükümden açık bir şekilde anlaşıldığı üzere de sorgunun kesici etkisi yapabilmesi için kesinlikle sanık ya da şüpheli sıfatıyla yapılması ve dava ile ilgili olması gerekir. İşlemin istinabe eden mahkeme ya da naip hâkim tarafından yapılması durumunda da dava zamanaşımı kesilmiş olur. Sanığın susma hakkını kullanması halinde de sorgunun yapıldığının kabul edilmesi gerekir. Bu bağlamda sanığın daha önce tanık ya da bilirkişi sıfatı ile dinlenmesi, bozmaya karşı ne diyeceğinin veya duruşmada çeşitli sorular sorulması ya da keşifte hazır bulunan sanığa bazı sorular sorulması dava zamanaşımını kesmez. Bu ve benzeri gibi daha önce bir mahkeme tarafından sorguya çekilmiş olan sanık hakkında bu mahkemenin görevsizlik kararı vermesi üzerine, görevli mahkeme sanığı yeniden sorgulasa dahi, bu sorgu dava zamanaşımını kesici etkiye sahip değildir.

Şüpheli ya da Sanıklardan Biri Hakkında Tutuklama Kararı Verilmesi

5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 67. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, dava zamanaşımını kesen diğer bir neden şüpheli ya da sanıklardan biri hakkında hâkim tarafından tutuklama kararı verilmiş olmasıdır. Ceza Muhakemesi Kanunun 100. maddesinde sayılan koşulların gerçekleşmesi üzerine, soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde ise sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re ‘sen mahkemece karar verilir. ( Ceza Muhakemesi Kanunu m. 101/1 ). Tutuklama kararı hangi suç için verilmiş ise, sadece o suçun tabi olduğu dava zamanaşımı süresi kesilir. Bunun nedeni ise kesme suç teşkil eden fiile ilişkindir ( in rem ).

Suçla İlgili Olarak İddianame Düzenlenmesi

İddianame, 765 sayılı Türk Ceza Kanununda olduğu gibi 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda da dava zamanaşımını kesen bir neden olarak yer almaktadır. Bu 2 kanun arasındaki fark 765 sayılı Türk Ceza Kanunda “ mahkemeye yazılan iddianamenin ” kesici etkiye sahip olduğu belirtilmişken, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda ise  “ suçla ilgili olarak iddianame düzenlenmesi ” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Bu 2 kanunun farklı zaman dilimlerine mi işaret etmek istediği hususu öğretide tartışmalıdır. Bir görüş iddianamenin düzenlediği anda zamanaşımının kesileceğini ifade etmektedir. Diğer başka bir görüş ise iddianamenin düzenlemesi kavramının tek başına bir anlamı olmadığını ileri sürmektedir. Kanunun sadece sözü dikkate alınmış olursa iddianamenin düzenlenmesinin yeterli olduğu kabul edilmesi gerekir. Şu var ki böyle bir kabul, iddianamenin düzenlenme anının tespiti ve iddianamenin şekli unsurlarının tam olup olmadığı ile ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirecektir. Bu durumda, örneğin Cumhuriyet savcısının dosyaları arasında unutulmuş bir iddianamenin, aradan çok uzun süre geçtikten sonra ortaya çıkması ve dava zamanaşımının bu iddianameye göre kesildiğinin ileri sürülmesi mümkün olabilecektir.

Sanıklardan Bir Kısmı Hakkında Mahkûmiyet Hükmü Verilmesi

Ceza Muhakemesi Kanunun 223. Maddesine göre açıkça “ mahkûmiyet ” denilmesi karşısında diğer hüküm ve karar çeşitlerinin dava zamanaşımını kesmeyeceği sonucuna varmamız gerekir. Zaten failin lehinde verilen örneğin beraat gibi bir hükmün, fail aleyhine etki yaparak zamanaşımının kesmesi yerinde olması mümkün değildir. Mahkûmiyet hükmünün kesinleşmemiş olması gerekir. Çünkü kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü ceza zamanaşımının başlangıcı ve dava zamanaşımının ortadan kalkması anlamına geleceğinden dolayı dava zamanaşımının kesilmesi söz konusu olamaz. Hükmün verilmesi yeterli olup, sanığa tefhim ya da tebliğ edilmesine gerek yoktur. Mahkûmiyet hükmü Yargıtay tarafından bozulduktan sonra, ilk derece mahkemesinin kararında direnmesi halinde yeni bir mahkûmiyet hükmü verilmiş olacağından ötürü zamanaşımı da yeniden kesilmiş olur. Verilen hüküm sonradan bozulmuş olsa bile bu durum, önceden kesilmiş olan dava zamanaşımı süresi üzerinde herhangi bir değişikliğe yol açmaz.

Dava Zamanaşımının Kesilmesinin Sonuçları

Dava zamanaşımın kesilmesinin en önemli sonucu, durmasından farklı olarak, o güne kadar geçmiş olan tüm sürenin yok sayılması ve dava zamanaşımı süresinin en baştan başlayarak tam olarak işlemesidir. Yeni zaman aşımı süresinin başlangıç günü kesilme nedeninin ortaya çıktığı gün olarak ele alınır. Sürelerin hesabı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 72. Maddesine göre yapılır.

Kanun koyucu dava zamanaşımı süresinin birbirini takip eden kesilmeler sonucu sonsuza dek sürmesini önlemek amacı ile 67. maddenin 4. fıkrasında dava zamanaşımı süresinin kesilmesi halinde dahi aşılamayacak bir üst sınır belirlemiştir. Hükmün aynısı, eski 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 104. maddesinde yer almaktaydı. Gerek eski kanun döneminde gerek ise günümüzdeki kanunda, sürenin tek bir kesilme ile kendiliğinden bir buçuk katına mı çıktığı, yoksa sürenin üst sınırı aşmamak koşulu ile kesildiği kadar mı uzayacağı konusunda öğretide henüz bir görüş birliği yoktur. Ancak şu var ki hâkim olan görüş, sürenin kendiliğinden bir buçuk katına çıkmadığı yönündedir. Kanımızca da kanun koyucu sürenin kendiliğinden bir buçuk katına çıkmasını istemiş olsaydı, “ kesilme halinde dava zamanaşımı süresi yarısı kadar uzar ” gibi kesin bir ifade kullanır ve “ en fazla ” ibaresini kullanmış olmazdı. Burada yer almakta olan “ en fazla ” kelimesi, uzamanın farklı olaylarda farklı miktarlarda olabileceği, ama ne olursa olsun bu uzamaların toplamının üst sınırı aşamayacağı anlamına gelmektedir.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca dava zamanaşımı süresinin üst sınırının belirlenmesinde, yıl üzerinden belirlenen sürelerde yapılacak olan artırımlar ay olarak yapılmaktadır. Yani denen o ki on beş yıllık bir dava zamanaşımı süresinin üst sınır 22,5 yıl değil, 22 yıl 6 ay şeklinde olmaktadır. Uygulamada bu iki sürenin birbirine eşit olmadığının gözden kaçırılmaması gerekir.

Birden fazla kesme sebebin aynı anda ortaya çıkması halinde, dava zamanaşımı süresinin son kesme nedeninin gerçekleştiği tarihten itibaren yeniden işlemeye başlayacağı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 67. maddesinin 3. fıkrasında açık bir şekilde hüküm altına alınmıştır.

İştirakin maddi, manevi, beraber işleme ya da yardım etme şeklinde olması bir önem taşımaz. Suça ne şekilde iştirak etmiş olursa olsunlar, tüm failler hakkında dava zamanaşımı kesilir. Söz konusu kesme hakkında soruşturma açılmamış ya da kovuşturmaya başlanmamış suç ortakları bakımından da etkili olmaktadır. Fakat şu var ki bir ortak hakkında yanlışlıkla zamanaşımı sonucu düşme kararı verilmiş ise bu karar diğer ortaklara etki etmez.

Dava Zamanaşımının Sonuçları

Dava zamanaşımı süresini dolmasının ilk ve en önemli sonucu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 66. maddesinin 1. fıkrasında belirtilmiş olduğu üzere kamu davasının düşmesidir. Davanın düşmesi devletin suç sebebi ile ortaya çıkan cezalandırma yetkisinin ortadan kalkmasından kaynaklanmaktadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, burada yöntem bakımından 765 sayılı Türk Ceza Kanunundan daha farklı bir düzenleme içermektedir. 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 102. maddesinde belirlenen dava zamanaşımı sürelerinin geçmesiyle kamu davasının ortadan kalkacağını ifade edilmekteydi. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ise, yukarıda belirtildiği üzere kamu davasının düşmesinden bahsetmiş olmaktadır. Dava zamanaşımı süresinin dolduğuna karar verecek ve bundan dolayı davayı düşürecek olan ise mahkemedir. 765 Türk Ceza Kanunun sisteminde ise, dava zamanaşımı süresinin dolduğunu gören Cumhuriyet savcısının dava açmamak ile yükümlü olduğu kabul edilmekteydi.

5237 sayılı Kanunda, “ kamu davasının ortadan kaldırılması ” ibaresi yer almadığından, Yargıtay’ın muhakeme hukukunun esaslarına aykırı bu uygulamasına son vererek, zamanaşımının gerçekleştiği davalarda düşmeye hükmedeceğini zannetmekteyiz. Nitekim 2006 yılında hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilen bir davada Ceza Genel Kurulu, “ kamu davasının ortadan kaldırılması ibaresi yerine kamu davasının düşürülmesi ibaresi benimsenerek… ” ifadesi ile davanın düşmesine hükmetmiştir. Diğer bir yandan halen kamu davasının ortadan kaldırılmasına hükmedilen Özel Daire kararlarına da rastlamak mümkündür.

Dava zamanaşımı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 72. maddesi uyarınca re ‘sen uygulanır ve bundan şüpheli, sanık ve hükümlü vazgeçemezler. Bu kanuna böyle bir hüküm konulmasının nedeni, zamanaşımının suçlunun değil, kamunun yararı için kabul edilmiş olmasıdır. Buna göre açılan kamu davasında davanın aşamalarına göre mahkeme ya da Yargıtay re ‘sen ve diğer iddialardan önce davanın düştüğüne karar vermesi gerekir. Ancak dava düşme kararı yerine beraat kararı verilebilecek bir aşamada ise Ceza Muhakemesi Kanunun 223. maddesinin 9. Fıkrası uyarınca beraat kararı verilir. Zamanaşımının re ‘sen göz önüne alınması ilkesine karşılık olarak, sanığın düşme gibi şekli bir hükme karşılık, uyuşmazlığı esastan çözen ve masumiyetini kanıtlayan beraat hükmünü tercih edebilmesi imkânının tanınması gerektiği öğretide ileri sürülmüştür. Çünkü düşme kararı masum olduğunu düşünen sanık açısından tam bir aklanma sağlamamaktadır. Fakat toplumun zaman içerisinden yok olmuş bir uyuşmazlığın yeniden canlandığını görmekte hiçbir faydası bulunmadığı düşüncesi karşısında bu haklı görülebilir itiraz kabul görmemiştir. Konuya ilişkin bir kararında Yargıtay, dava zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle verilen düşme hükmünü temyiz eden sanıkların bu talebini, hükmü temyizde hukuki yararları bulunmadığı gerekçesiyle reddetmiştir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 74. maddesinin 2. fıkrasında yer alan hükme göre kamu davasının düşmesi, malların geri alınması ve uğranılan zararın tazmini için açılan şahsî hak davasını etkilemez. Fakat Borçlar Kanununun 60. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyor ve suçun tabi olduğu dava zamanaşımı süresi haksız fiilin bağlı olduğu zamanaşımı süresinden uzun ise, haksız fiilin de suçun bağlı olduğu dava zamanaşımı süresine tabi olacağını hüküm altına almıştır. Dolayısı ile fiil suç teşkil ediyorsa dava zamanaşımı süresinin dolmasıyla, haksız fiil zamanaşımı süresi de dolmuş olacaktır. Bu tespit, haksız fiil teşkil etmekte olan bir suçun dava zamanaşımına uğramayan suçlardan olması halinde, haksız fiilin de zamanaşımına uğramayacağı anlamına gelir.

Ülkemizin de taraf olduğu Suçluların İadesi Hakkında Avrupa Sözleşmesi’nin 10. maddesi uyarınca, davanın ya da cezanın zamanaşımına uğramış olması, şüpheli ya da sanığın iadesini engelleyen bir nedendir. Çünkü bu halde talep etmenin bir anlamı yoktur, zira talep edilen kişi hakkında işlem yapılması mümkün değildir. Suçluların iadesinde dava zamanaşımının belirlenmiş olmasında, talep tarihinin esas alınması gerektiği ifade edilmektedir.

Hakkını uzun zaman aramayan alacaklı, hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılmış olması lazımıdır. Kamu yararı, hukuk güvenliği ve sosyal barış bunu gerektirir. Çünkü uzun yıllar öncesine dayandırılan bir alacak iddiasına muhatap olan kişinin söz konusu borcu ödediğini ya da borcun sona erdiğini kanıtlaması neredeyse olanaksız görünmektedir. Bu sebep ile borçlarını ifa etmiş borçluları, ifaya ilişkin delillerini sonsuza kadar saklama mecburiyetinden kurtarmak ve borcunu bir defa ifa eden borçluyu bir kere daha borcu ifa etmek korkusu içinde bırakmamak gerekir. Bu açıdan zamanaşımı kamu yararını ilgilendirir ve kamu düzenini sağlamaktadır.

Belirli bir sürenin geçmesinin, gerek kamu hukukunda gerekse özel hukukta birbirinden farklı nedenler ile birtakım değişikliklere yol açtığı kabul edilmiş ve geçen süreye hak düşümü ve zamanaşımı olmak üzere 2 ayrı sonuç bağlanmıştır. Özel hukukta zamanaşımı kendi içerisinde, kazandırıcı zamanaşımı ve düşürücü zamanaşımı olmak üzere 2’ye ayrılır. Eşya hukukuna ait bir kurum olan kazandırıcı zamanaşımı, belirli bir sürenin geçmesi ile bir kimsenin ayni hak iktisap etmesine yol açmaktadır. Bu tarz bir zamanaşımının kabul edilmesindeki etken de malın mülkiyetin kime ait olduğuna dair belirsizliğinin uzun süre devam etmemesindeki kamu yararıdır. Borçlar hukukunun konusu olan düşürücü zamanaşımı ise, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden “ dava edilebilme niteliğinden yoksun kalabilmesini ” ifade eder. Böylece, zamanaşımı alacak hakkını sona erdirmemekte, fakat onun dava edilebilme niteliğini zayıflatarak onu bir eksik borç haline getirmektedir. Düşürücü zamanaşımına baktığımızda ise, eskiye dayanan alacakların hiç doğmadığı ya da sona ermiş olduğudur. Böylece, uzun süre sonra ortaya çıkacak alacak iddialarına karşı borçlunun korunması ve hukuki ilişkilerdeki güvenliğin sağlanması amaçlanmaktadır. Alacak hakkı dışında kalan haklar, ilke olarak zamanaşımına uğramamaktadır.

Özel hukukta kaybettirici zamanaşımının alacağın dava edilebilme özelliğini zayıflatması farklı görüşlere bağlanmaktadır. Bu görüşlerden ilki, alacak hakkının üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen kullanılmamasının onun sona erdiğine ya da hiç var olmadığına dair bir karine teşkil ettiğidir. İkinci görüşe göre, alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kişinin, bu hakkın artık korunmaya değer olmadığını kabul etmiş sayılması gerekmektedir. Bir diğer görüş, uzun süre geçtikten sonra borçlunun ya da mirasçılarının borçtan sorumlu tutulmalarının kamu yararına aykırı olduğunu kabul etmiştir. Son olarak, aradan uzun zaman geçtiği için incelenmesi zor eski olaylarla mahkemelerin işlerini arttırılmaması gerektiği de ileri sürülmüştür.

Zamanaşımı, Türk Ceza Hukukunda davayı ve cezayı düşüren nedenlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanaşımı özel hukuk kaynaklı bir kurum olsa da, günümüzde özel hukuktaki zamanaşımı ile ceza hukukundaki zamanaşımının nitelik ve özellikleri birbirinden tamamen farklıdır. 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan bu fark, birey haklarını doğrudan ilgilendiren ceza hukukunun, daha çok kişiler arası ilişkileri düzenleyen özel hukukla farklı esaslara tabi olması gereğinin doğal bir sonucudur. Buna ek olarak farklı ceza hukuku sistemlerinde dahi, zamanaşımına ilişkin düzenlemeler ve zamanaşımının dayandığı esasların birbirinden farklı olduğu görülmektedir.

Ceza hukukunda zamanaşımı, dava ve ceza zamanaşımı olarak 2’ye ayrılır. Zamanaşımı bir maddi ceza hukuku kurumudur fakat ceza muhakemesi hukukunda da bazı etkiler doğurmaktadır. Türk Ceza Hukukunda zamanaşımının bu niteliği, Anayasanın 38. maddesiyle de güvence altına alınmış bulunmaktadır. Zamanaşımının esası cezalandırmadaki sosyal yararın ortadan kalkmasına dayanmaktadır. Suçun işlendiği günün üzerinden geçen zaman, bir süre sonra devletin ceza yaptırımı ile müdahale ederek sosyal düzeni yeniden kurmasına yönelik ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır. Diğer bir yandan özellikle uluslararası alanda işlenen ve kamu düzenini derinden sarsan bazı suçlarda, bu yapar hiçbir zaman ortadan kalkmadığı kabul edilmektedir. Bu suçların cezalandırılmasında sosyal yararın her zaman var olması, zamanaşımına uğramazlık kavramının doğmasına yol açmıştır.

Türk Ceza Hukuku’nda dava zamanaşımı sürelerinin belirlenmesinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun kabul ettiği sistem somut ceza sistemidir. Dava zamanaşımı süreleri ise suçun işlendiği günü izleyen günden itibaren işlemeye başlamaktadır.

Dava zamanaşımını durması, kamu davasının ortaya çıkan engel nedenlerden dolayı yürütülememesinin, kesilmesi ise kanun koyucunun özel önem atfettiği bazı ceza muhakemesi işlemlerinin o ana dek işleyen dava zamanaşımı süresini anlamsız hale getirmesinin sonucudur. Dolayısıyla yasama organı, zamanaşımı teorisinin esaslarına aykırı ve keyfi bir şekilde bu nitelikleri haiz olmayan halleri durma ya da kesme nedeni olarak düzenlememesi gerekir.

Ceza zamanaşımı sürelerinin dava zamanaşımı sürelerine kıyasla çok daha uzun olması, bu kurumun dava zamanaşımına göre çok daha az uygulama alanı bulmasına yol açmaktadır. Her ne kadar ceza zamanaşımı, zamanaşımının dayandığı esasa aykırı olduğu nedeni ile dava zamanaşımına göre çok daha acımasızca eleştirilmişse de, günümüzde durum bir başka sebep ile tersine dönmüş gibi gözükmektedir.

Yasak Cihaz veya Programlar

Yasak Cihaz veya Programlar Suçu Nedir?

5237 sayılı Türk ceza kanunun bilişim alanında suçlar başlıklı onuncu bölümünün 245/A maddesinde yasak cihaz ve programlar suçu düzenlenmiştir. Bir cihazın, bilgisayar programının, şifrenin Ya da sahil güvenlik kodunun özel olarak bu bölüm içerisinde mevcut olan suçlar ile bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılması vasıtasıyla işlenmesi mümkün olan diğer suçların işlenmesi için yapılması ya da oluşturulması halinde bunları imal eden, ithal eden, sevk eden, nakil eden, depolayan, kabul eden, satan, satışa arz eden, satın alan, başkalarına veren ya da bulunduran kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve 5000 güne kadar adli para cezasına çarptırılır.

Bilgisayarlarla birlikte elektronik cihazlarımı internetin toplumumuzda yaygınlaşması ve gündelik hayat içerisinde kolaylık sağlamanın beraberinde insanların kişisel ve mal varlığına dair bilgilerini başka kişilerin erişimine sunulur hale getirmiştir. Böylelikle mevcut olan suç tipleri ne bir yenisinin de eklenmesi söz konusu olmuştur. Öğreti içerisinde mevcut olan kavramlara değinmek sizin bilişim kavramının bilgisayardan daha geniş bir nitelik taşıdığını söylememiz gerekir. Bundan kaynaklı olarak 5237 sayılı Türk ceza kanunu içerisinde bilgisayar suçları yerine bilişim Suçları ibaresini taşıyan başlık kullanılmıştır. Ayriyeten birisi malının kapsamı belirli bir sınırlamaya tabi nitelik taşımayacak şekilde geniştir. Teknolojinin gelişmesinin yanı sıra kapsamının genişlemesi de sürmektedir. Teknolojik gelişmelerin yanında fiziki olan her şey sanal ortam içerisine girmeye başlamıştır. Böyle bir durumda bilişim odaklı saldırılar da artmaya başlamıştır. Hukukun söz konusu gelişmenin hızına yetişmesi mi hukuku bir kurumunun sağlanmasına zor hale gelmiştir.

Bilişim sistemlerinin bankacılık başta olmak üzere ekonomik düzeni idare ediyor olması ve kişisel verileri saklamasından kaynaklı olarak her kişiyi etkilemesinden dolayı bilişim suçları topluma karşı işlenmiş olan suçlar içerisinde yer bulmuştur. 5237 sayılı Türk ceza kanunu içerisinde ayrı bir başlık olarak tanzim edilmiş olan bilişim alanında suçlar bölümünün tüm bilişim suçlarına içermiş olduğunu söylememiz doğru olmaz. Öyle ki klasik suç şeklinde sayılması mümkün olabilecek çoğu suç bilişim sistemlerinin kullanılması ile işlenmesi mümkün nitelik taşımaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun ilk olarak kabul edilmiş olduğu sırada bilişim alanında suçlar bölümü içerisinde dört madde içerisinde toplam on fıkra vardır. Zamanla yapılan ilaveler ile bu bölüm beş madde ve 15 fıkraya gelmiştir. Bununla birlikte bazı maddeler içerisinde yeni detayların eklenmesi durumu söz konusu olmuştur. Yasak cihaz veya programlar suçu 2006 yılında Resmi Gazete ’de yayımlanmak suretiyle tek madde olarak eklenmiştir.

Yasak cihaza ya programlar suçunun arkasında 2001 tarihli Avrupa konseyi siber suçlar sözleşmesinin mevcudiyeti söz konusudur. Bu sözleşme internetin gelişmesi ile meydana gelen yargısal problemleri çözme amacını taşımıştır. Söz konusu sözleşmenin sunmuş olduğu çözüm siber suç kanunlarına uyumlu hale getirmek ve siber suç davalarının etkinlik kazanmasına fayda sağlayacak mekanizmaları mevcudiyetinin garanti altına alınmasıdır. Yasak cihaz ya da programlar suçu 5237 sayılı Türk ceza kanunu 2006 yılında girmiş olan bir suç olarak karşımıza çıkar. Bu kanunla yeni numaralı bir madde eklemek yerine bilişim alanında suçlar bölümü içerisinde yer alan 245. maddenin devamına 245 /A olarak incelenmesi gerekli olan temel madde sözleşmenin altıncı maddesi olmaktadır.

5237 sayılı Türk ceza kanununun 245/A. maddesinin içerisinde düzenlemeye tabi olan yasak cihaz bu programlar suçu bir cihazın, bilgisayar programının, şifrenin Ya da sahil güvenlik kodunun, özel bir şekilde Türk ceza kanununun ilgili bölümü içerisinde mevcut olan suçlar ile bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılması vasıtasıyla işlenmesi mümkün nitelik taşıyan diğer suçların işlenmesi amacıyla yapılması ya da meydana getirilmesi hallerinin söz konusu olması durumunda, bunları imal eden, ithal eden, sevk eden, nakleden, depolayan, kabul eden, satan, satışı arz eden, satın alan, başka kişilere veren ya da bulunduran kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis ve 5000 güne kadar adli para cezasına çarptırılacağını düzenlemektedir. Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesinin kabul edilmesinden sonra söz konusu maddenin yasalaşmasından önce uygulama içerisinde savcı ve polisin bilişim suçlarında hazırlık işlemlerinin cezalandırılmasının mümkün olmamasının bu suçlar ile mücadeleyi olanaksız hale getirdi ile ilgili olarak görüşlerine yazıyı aktarmış ve madde hükmü söz konusu durumun ilanı olarak düzenlemeye tabi olmuştur. Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesi ile 5237 sayılı Türk ceza kanununun 245 /A maddesinde düzenlenmiş olan yasak cihaz ve programlar suçu uyumlu olduğunun söylenmesi mümkündür. Bu maddenin gerekçesi içerisinde sözleşme içerisinde mevcut olan unsurlar mevcut olmuştur. Gerekçe hükmü içerisinde 5237 sayılı kanun hükmünde yasak cihaz ve programlar başlıklı maddenin eklenmesinin öngörüldüğüne yer verilmiştir. Gerek Çin’in devamında bir cihazın bilgisayar programının, şifrenin ya da sar güvenlik kodunun özel bir şekilde bilişim suçun işlenmesi için yapılması ya da meydana getirilmesi halinde bunları imal eden, ithal eden, sevk eden, nakleden, depolayan, kabul eden, satan, satışı arz eden, satın alan başka kişilere veren ya da bulunduran suçun faili konumunda yer alan kişilerin cezalandırılmasının amaçlandığı açıklanmıştır. Sanal ortamda işlenen suçlar Sözleşmesi’nin altıncı maddesi ile sözleşmeci taraflar, bilişim alanında suç işlenmesini kolaylaştıran cihazların kötüye kullanılıyor olmasını cezalandırmaya tabi tuttu belirtilmiştir. Bilişim suçları ile bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılmasıyla işlenen suçların etkin ve caydırıcı bir durumda mücadele edebilmek amacıyla bu tür eylemleri suç ve ceza politikaları açısından sınırlandırılması ve yaptırma bağlanmasında faydam oldu ileri sürülmüştür. Madde hükmü içerisinde tanımlanmış olan suçun meydana gelmesinde kişinin suç işleme kastının dikkate alınmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte söz konusu cihazı programların bilişim sistemlerinin güvenliğini test etmek niyeti ile yapılması ya da meydana gelmesi halinde belirtilen suçun ortaya çıkmayacağı belirtilmiştir. Ek olarak suçun faili konumunda yer alan kişinin cezalandırılmasına mümkün olabilmesi için ilgili cihaz, program, şifre ya da güvenlik kodunu suçun işlenmesine elverişli bir nitelik taşımasının gerektiği belirtilmiştir. Gerekçe hükmü içerisinde maddenin sözleşmeye uygun bir şekilde ortaya çıkarıldığı, bilişim suçları ile bilişim sistemlerinin araç kullanmak suretiyle işlenmiş olan suçun etkin ve caydırıcı olma özelliğinin korunmasının amaçlandığı, suçun ortaya çıkması bakımından kastın bir koşul olarak arandığı, cihazın programın suç işleme elverişli bir nitelik taşımasının gerektiği gibi durumlar vurgulanmış olmaktadır.

Sanal Ortamda İşlenen Suçlar Sözleşmesi Nedir?

Günümüzde mevcut olan bilişim suçlarının küresel olarak yaygınlaşmasının yanı sıra çoğu Devlet bilişim suçu ile mücadele etmek için ülkenin içerisinde yasal düzenlemelerin uygun hale getirilmesinin gerekliliğini öne sürmüştür. Çoğu uluslararası kuruluş bu konuyla ilgili olarak karar ve prensipler yayınlama yoluna gitmiştir. Avrupa konseyi 1985 tarihinde başlamış olduğu çalışmanın 2001 yılında Budapeşte de sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesine imzaya açmak suretiyle sonlandırmış ve tüm devletler örnek bir sözleşme ortaya çıkarmıştır.

Bu sözleşme ile uygun hale getirme hedefi bilişim suçu işlemeye düşünen kişilerin kendilerine güvenli liman sayması mümkün olabilecek ülkeleri bulunmak suretiyle suç işleme fırsatı yakalamalarının önüne geçilmesidir. Buradaki uygun hale getirme çabalarının zorluğunu ve Çin ile Rusya gibi önem teşkil eden ülkelerin imzalamamasına rağmen söz konusu sözleşme taraf olmayan birçok devlete etki etmiş bilişim suçları ile ilgili olarak kalıcı ve geniş nitelikte imzalanmış çok uluslu anlaşma niteliğine sahip olmuştur. Sanal ortamda işlenen suçlar Sözleşmesi içerisinde yer alan suç kategorileri bilgisayar verilerinin ve sistemlerinin gizliliğine, bütünlüğüne ve erişilebilirliğine yönelik suçlar olarak ikinci ve altıncı madde arasındaki hükümler, bilgisayarlarla bağlantılı suçlar olarak yedinci ve sekizinci maddedeki hükümler, içerik ile bağlantılı suçlar olarak dokuzuncu maddedeki hükümler, telif hakkı ve bununla bağlantılı hakların ihlaline ilişkin suçlar olarak onuncu madde iki hükümler olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesinde en çok tercih edilen isim bilgisayar suçu ibaresidir. Buradan hareket ile bilgisayar doğrudan suçtan etkilenen bir sistem, belirli suçları işlemek suretiyle kullanılan bir araç, içermiş olduğu verilerin suçun konusunu meydana getirdiği veri kaynağı şeklinde tanımlamaya tabi tutulabilmektedir. Öyle ki bilgisayar hem hedef hem de araç olarak mevcudiyetini korumaktadır.

Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesinin amaçlamış olduğu ve sağladığı en önemli durum bilgisayarlar ile işlenmesi mümkün olan ya da bilgisayarlar ile alakalı suçların saptanıp hüküm altına alınmasında ortak bir standarttın getirilmesidir.

Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesinin altıncı maddesinde cihazların kötüye kullanımı başlığıyla 5237 sayılı Türk ceza kanununun 245 /A maddesinde düzenlenmiş olan yasak cihaz veya programlar suçuna yer verilmiştir. Cihazların kötüye kullanımı başlıklı altıncı maddeye göre taraf konumunda yer alanlardan her biri, kasti olarak ve haksız bir şekilde gerçekleştirildiği zaman bahsedeceğimiz kendi iç hukuku kapsamında cezai suç olarak tanımlaması için gerekli nitelik taşıyacak yaşama tedbirlerini ve diğer tedbirleri kabul edecektir.

İki ila beşinci madde hükümlerinde belirtilmiş herhangi bir suçun işlenmesi için kullanılmaları amacıyla üretimi, satışı, kullanımı amaçlı tedarik edilmesi, ithal edilmesi, dağıtımı ya da farklı şekilde erişilebilir hale getirilmesi, bir bilgisayar programı da dâhil olmak üzere öncelikli bir şekilde belirtilmiş olan iki ile beşinci maddelerde yaralan herhangi bir suç işlemek maksadıyla tasarlanmış ya da uyarlanmış bir cihaz, bir bilgisayar sisteminin tamamını ya da herhangi bir kısmını erişim mümkün kılan bir bilgisayar şifresi, erişimi kodu ya da benzeri bir veri taraflardan her biri tarafından kasten ya da haksız yere ortaya çıkarıldığı zaman kendi iç hukuku kapsamında cezai suç olarak tanımlanması için gerekli olabilecek yaşama tedbirlerini ve diğer tedbirleri kabul edilecektir.

Altıncı madde hükmüne göre bu maddenin ilk paragrafı da yer alan atıf ile söz konusu olan üretme, satma, kullanım amaçlı tedarik, ithalat, dağıtım ya da farklı bir şekilde erişilebilir hale getirme ya da bulundurmanın ikinci ile beşinci maddeleri uyarınca suç işlemek amacıyla gerçekleştirilmesi Halinin söz konusu olması durumunda Bunu örnek olarak bir bilgisayar sisteminin yetkili konumda yer alan kişiler tarafından test edilmesi ya da korunmasının amaçlandı durumlarda cezai yükümlülük meydana getireceği şeklinde yorumlanmaması gerekir.

Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesinin cihazların kötüye kullanımı başlıklı altıncı maddesinin üçüncü fıkrasına göre taraf konumunda yarına kişilerden altıncı maddenin ilgili paragrafında bahsedilmiş olan ürünlerin satışı, dağıtımı ya da farklı şekilde erişilebilir duruma getirilmesi ile alakalı olmaması şartıyla altıncı maddenin ilk paragrafının uygulamama hakkını saklı tutabilmektedirler.

Sanal ortamda işlenen suçlar sözleşmesinin cihazların kötüye kullanımı başlıklı altıncı maddesine göre sözleşmenin ikinci maddesinde yasadışı erişim, üçüncü maddesinde yasadışı araya girme, dördüncü maddesinde verileri müdahale, beşinci maddesinde sisteme müdahale başlıklı suçlarını işlemek amacıyla bir bilgisayar programı mevcut olmak üzere cihaz, bilgisayar şifresi, erişim kodu ya da benzeri bir veri tasarlamak ya da üretmek devletler tarafından suç olarak kabul görmüştür. Taraf konumunda yer alan devletler söz konusu durumda bir yasal düzenleme yapma yoluna gidecektir. Böylece suçlar kaynağında cezalandırılması mümkün hale gelmiş olacaktır. Maddi yükü içerisinde önem teşkil eden unsur cezalandırma için eylemin kasıtlı ve haksız bir şekilde yapılmış olmasının zorunluluk teşkil etmesidir. Bu iki koşunun doğal bir neticesi olarak bir eylemin cezaya konu teşkil etmesi için suçun faili konumunda yer alan kişinin kasti özel olarak aranmalı ve ispat edilmesi gerekli olmalıdır. Kasıt farklı bir açıdan özellikle doğası gereği çift kullanım niteliğine sahip cihazların kullanımı içerisinde yasal ya da yasal olmayan ayrımı içinde belirleyici bir niteliğe sahiptir. Birinci fıkrada üretimin satışı kullanım amaçlı tedarik edilmesi, ithal edilmesi, dağıtımı ya da farklı bir şekilde erişilmesi mümkün hale getirilmesi demek suretiyle hangi eylemlerin suç niteliği taşıyacağı gösterilmiştir.

Yasak Cihaz veya Programlar Suçu İle Korunan Hukuki Değer Nedir?

5237 sayılı Türk ceza kanununun içerisinde yer alan bilişim sistemine de yer alan suçlarda korunan hukuki değerler genel bir şekilde birden fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu suçlar ile korunan o koku değer. En basit haliyle bilişim teknolojisinin en güvenliğinin ve insanların bilişim sistemine olan güveninin korunması olarak karşımıza çıkar. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 245 /A maddesi içerisinde bir taraftan bilişim sisteminin ve ihtiva ettiği veriyi korurken diğer taraftan bilişim sisteminin vasıta olarak kullanılmak suretiyle işlenmesi mümkün olabilecek suçlar da korunan ve koku değerin korunmasında bir aracın içini taşıdığı düzenlenmiştir. Öyle ki kullanıcıların mal varlığı, özel hayatı ve haberleşme özgürlüğü koruma altına alınmıştır.

Yasak Cihaz veya Programlar Suçunun Unsurları Nelerdir?

Suçun Konusu

5237 sayılı Türk ceza kanununun 245 /A maddesi içerisinde suçun konusu cihaz, bilgisayar programı, şifre ya da sar güvenlik kodu yapılması ya da meydana getirilmesi hallerinde demek suretiyle gösterilmiştir. Madde hükmü içerisinde geçen kavramlara değinmek gerekir. Madde hükmü içerisindeki kavramlara değinmeden önce şunu söyleyebiliriz ki bilgisayarlar fiziksel ve sonuç nitelik taşımaktadırlar. Fiziksel mevcudiyeti olan aygıtlar donanım ve soyut nitelikli kodlar yazılım olarak adlandırılmaktadır. Öyle ki bilgisayar programa şifre Ya da sair güvenlik kodu için yazılım kavramını kullanmamız gerekir. Cihaz kelimesi kendisinden beklenen imgeyi karşılamış olduğu için ayriyeten donanım ibaresini kullanmayacağız.  Kanun koyucu söz konusu ayrı mı belirtmiştir. Yapmak ilgili mi cihaza donanım meydana getirmek eylemi bilgisayar programı, şifre ya da sahil güvenlik kodunu yazılım uyumlu nitelik taşıdığı için kanun koyucu bu ayrılma yer vermiştir. Cihaz kavramı bir bilişim sistemi içerisinde eklenmesi mümkün olan bağlanması mümkün nitelik taşıyan ve istenildiği takdirde çıkartılması mümkün olan fiziksel bir donanıma karşılık gelir. Bir takım cihazlar doğrudan suç işlemeye elverişli niteliktedir. Örneğin ATM’lere kartın kopyasını ele geçirmek için yerleştirilmiş olan aparatlar, kartların şifrelerini okumak amacıyla yerleştirilmiş olan kameralar, kart bilgilerini kopyalamak suretiyle sahte kart üretilmesinde kullanılmış olan cihazlar bu niteliktedir.

Bilgisayar programı kullanıcı konumda yer olan kişinin haberi bir izne söz konusu olmadan bilişim sistemine ele geçirmeyi belirtmiş olduğu bilgileri başka bir yer aktarmayı hedef haline getiren her türlü kötü yazılıma karşılık gelir. Şifre sanal âlem içerisinde herhangi bir veri erişimini engellemesini sağlamak ya da istenmiş olduğu erişimi sağlamak için bir takım Semboller ile ortaya çıkarılan anahtarlardır. Bilişim sistemine ele geçirmek amacıyla ya da bilgilere erişmek niyeti ile meydana getirilen şifre kırıcı programlar 5237 sayılı Türk ceza kanununun 245/A. maddesinde yer alan suçu ortaya çıkaracaktır.

Fail Ve Mağdur

Yasak cihaz ya da programlar suçu 5237 sayılı Türk ceza kanununun 245 /A. Maddesinde düzenlenen işiyle özel bir niteliğe sahip değildir. Öyle ki yasak cihaz bir programlar suçunun faili ya da mağdur her kişi olabilmektedir. Fakat burada bahsetmemiz gerekir ki suçun faili konumunda yer alan kişinin kanun hükümlerinde sayılan suçlar için cihaz Ya da yazılım üretmesi onun herkeste olmayan bir seviyede uzmanlığa sahiptir.

Fiil

Madde hükmü içerisinde suçun konusunu meydana getiren bir cihaz bilgisayar programı veriyor şifre Ya da sair güvenlik kodunu, imal eden, ithal eden, sevk eden, nakil eden, depolayan, kabul eden, satan, satışı arz eden, satın alan, başka kişilere veren ya da bulunduran denilmek suretiyle eylem unsurları belirtilmiştir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 245 /A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçunun 11 eylem taşıyan fiil unsuruna sahip olduğunu söylememiz mümkündür. Öyle ki bu suç çok hareketli bir suç niteliği taşımaktadır. Bahsedilmiş olan eylemlerden herhangi birini işlemek suçun meydana gelmesi için yeterli teşkil eder ve bu bakımdan seçimlik hareketli bir suç olarak karşımıza çıkar. Suç yalnızca maddi hükmü içerisinde sayılmış eylemlerle işlenmesi mümkün olabileceği için bunların haricinde ortaya çıkan eylemler suçun neden olamayacağı için bağlı hareketli suç niteliği taşır. Madde hükmü içerisinde bir zarar şartı koyulmadığı için suçlu tehlike suçu olarak karşımıza çıkar. Depolamak ve bulundurmak gibi eylemler süreklilik ihtiva ettiği için zamanaşımı ya da suçun işleniş anlamı saptanması önem teşkil eder. Kanun hükmü içerisinde düzenlenmiş olan eylemlerden iki ya da daha fazlasını yapmak yine tek bir suça neden olursa temel cezanın belirlenmesinde etkili nitelik taşıyacaktır. Madde hükmü içerisinde sayılan eylem türlerine değinmek yasak cihazı programlar suçunun nasıl oluşacağının anlaşılmasında önem teşkil eder.

5237 sayılı Türk ceza kanununun bilişim alanında suçlar başlıklı onuncu bölümünün 245/A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçunu meydana getiren eylemlerden biri imal etmedir. İmal etmek en temel haliyle üretmek anlamına karşılık gelir. Madde hükmü içerisinde işlevsel bakımdan iki yüzü söz konusu olmaktadır. Suçun konuştuğunu cihaz, bilgisayar programı, şifre ya da sar güvenlik kodu meydana getirmektedir. Cihaz, fiziksel mevcudiyeti olan bir işlevsel donanım olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan kendisinde var eden parçaların kabloyu da elektrik aksamı gibi teknik işlemlerden geçirmek suretiyle cihazın ortaya çıkması gerekir. Öyle ki cihazın parçalarının suçun faili konumunda yer alan kişi tarafından bizzat üretilmiş olması bir kuş olarak karşımıza çıkmaz. Bilgisayar programı, şifre ya da güvenlik kodu ise yazılıma ilişkin bir nitelik taşımaktadır. Yazılım ilk kez meydana gelebilecek gibi daha önce üretilmiş bir yazılımın kendi başına etkinliği olan bir yaması olarak da karşımıza çıkabilir

5237 sayılı Türk ceza kanununun bilişim alanında suçlar başlıkla onuncu bölümünü 245 /A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçunun ortaya çıkması için madde hükmü içerisinde sayılmış olan eylemlerden bir diğeri İthal etmedir. İthal etmek en temel haliyle yurtdışında üretilmiş bir malın yurt içerisini yasal bir şekilde girmesinin sağlanmasıdır. Cihazın son hali ile yurt içerisine girmesi sağlanmış ise İthal kapsamı içerisinde yer alır. Öyle ki parçaları ayrı ayrı bir şekilde getirilip yurtiçinde birleştirilmesi durumu söz konusu olmuştu ithal etme eğilimi mevcut olmayacaktır. Yazılım için klasik İthal anlayışını açmak gereklilik teşkil etmektedir. Yazılım bellek gibi bir somut taşıyıcı ile yurda sokulmuş ithal edildiği şüphesizdir. Ancak yazılım yurt içinde değil yurtdışında üretilmek ile parası ödenip yurtiçinden kullanılması mümkün hale gelmiş ise ithal edilmiş kabul edilir.

5237 sayılı Türk ceza kanununun bilişim alanında suçlar başlıkla onuncu bölümünü 245 /A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçunun ortaya çıkması için madde hükmü içerisinde sayılmış olan eylemlerden bir diğeri nakletme ve sevk etmedir. Nakletmek sözlük anlamıyla bir yerden farklı bir yere geçirmek, iletmek, aktarmak gibi anlamlara taşımaktadır. Sevk etmek ise göndermek, götürmek anlamlarına içerisinde taşır. Madde hükmü içerisinde nakil etme niteliğinde olan cihaz, bilgisayar programı, şifre ya da sahil güvenlik kodunu onuncu konumunda yer alan kişi bizzat teslim etmek, sevk etme durumunda ise bunları bir aracı ile göndermek ifade edilmiştir. Yazılımı surlarının asiste mi iletilmesi de nakletme ve sevk etme olarak değerlendirmeye tabi olur.

5237 sayılı Türk ceza kanununun bilişim alanında suçlar başlıkla onuncu bölümünü 245 /A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçunun ortaya çıkması için madde hükmü içerisinde sayılmış olan eylemlerden bir diğeri depolama ve bulundurmadır. Sözlük içerisinde hem fiziki biriktirmeyi hem de verinin bellek cihaz içerisine yerleştirilmesi ve burada depolanması olarak tanımlanmıştır. Madde hükmü içerisinde aynı anlam söz konusu olmuştur. Cihazın fiziksel bir şekilde bir yerde, bilgisayar programı, şifre ya da sağır güvenlik kodunun ise sanal ortam içerisinde erişime her an açık bir şekilde tutulması durumudur. Depolama bilgisayar programı, şifre ya da sar güvenlik kodu açısından sıradan bir kayıttan özellik, hedef, boyut gibi bakımlardan farklı nitelikte olup bunlara dâhil her otomatik kayıt söz konusu kanun maddesi içerisinde değerlendirilmeyecektir. Bulundurma, depolama ile yakın nitelikte olan ancak ondan daha geniş niteliklere sahip bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bulundurma, bir kişinin cihaz, bilgisayar programı, şifre ya da sahil güvenlik kodu ile mekânsal ve zamansal bir yakınlık içerisinde bulunması bile onları istemiş olduğu takdirde ulaşma imkânı sağlamış olan hâkimiyet sahası olarak anlaşılması mümkündür. Sözleşme içerisinde taraf devletlere bulundurma eğiliminin ortaya çıkması bu tür ögelerden belirli bir sayıda olması koşulunu koyma imkânı tanımış olmaktadır. Kanun koyucu bulundurma ile ilgili böyle bir düzenlemeye gitmemiştir.

5237 sayılı Türk ceza kanununun bilişim alanında suçlar başlıkla onuncu bölümünü 245 /A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçunun ortaya çıkması için madde hükmü içerisinde sayılmış olan eylemlerden bir diğeri satma, satın alma ve satışı arz etmedir. Satma ve satın alma, aralarında ticari bir amaç ile iş yapan kişilerin eylemlerine karşılık gelmektedir. Cihaz ya da yazılımın bir değer karşılığında kullanılması için gerekli teşkil eden şifre ya da kodlar ile birlikte el değiştirmesi olarak karşımıza çıkar. Madde hükmü içerisinde satışa arz etme ile ilgili cihaz, bilgisayar programı, şifre ya da sahil güvenlik kodunu karşı tarafın alış iradesine karşılık gelebilecek bir irade söz konusu olmaktadır.

5237 sayılı Türk ceza kanununun bilişim alanında suçlar başlıkla onuncu bölümünü 245 /A maddesinde yer alan yasak cihaz ve programlar suçu ortaya çıkması için madde hükmü içerisinde sayılmış olan eylemlerden bir diğeri kabul etme ve başkalarına vermedir. Kabul etme başka kişilere verme, satma ve satın almanın tersine aralarında ticari nitelikte bir bedel söz konusu olmaksızın söz konusu cihaz, bilgisayar programı, şifre ya da sağır güvenlik kodunun el değiştirilmesi anlamına gelir. Sözleşme etme içerisinde üretim, satış, kullanım amaçlı tedarik edilmesi, ithal edilmesi, dağıtımı ya da farklı şekilde erişilmesi mümkün hale getiriliyor olması gibi bir eylem sıralaması yapılmıştır.

Yalan Tanıklık

Yalan Tanıklık Suçu Nedir?

5237 sayılı Türk ceza kanununun millete ve devlete karşı suçlar ve son hükümler başlıklı dördüncü kısmının adliyeye karşı suçlar başlıklı ikinci bölümünün 272. maddesinde yalan tanıklık suçu düzenlenmiştir. Hukuka uygun olmayan bir eylem sebebi ile başlatılmış olan bir soruşturma içerisinde tanık dinlemeye yetkili kişi ya da kurul önünde gerçeğe uygun olmayan şekilde tanıklık da bulunan kişi dört aydan bir yıla kadar hapis cezasına çarptırıl. Mahkeme önünde veya yemin ettirerek tanık dinlemeye yetkili konumda yer alan kişi ya da yetkili kurul önünde yalan Tanıklık yapan kişiye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.

Continue reading “Yalan Tanıklık”

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçu

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçu Nedir?

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu 5237 sayılı Türk ceza kanununun üçüncü kısmının topluma karşı suçlar başlığı altındaki birinci bölümünde genel tehlike yaratan suçlar başlığı altında düzenleme bulmuştur. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesine göre kara, deniz, hava ya da demir yolu ulaşımının güvenli bir şekilde akışının sağlanması bakımından ortaya konulmuş her çeşit işareti değiştirmek suretiyle kullanılamaz duruma getirmek ile konulmuş oldukları yerden kaldırmak suretiyle yanlış işaretler vererek geçiş, varış, kalkış ya da iniş yolları üzerinde bir şey koymak suretiyle veya teknik iletişim sistemine müdahale etmek suretiyle başka kişilerin hayatı, sağlığı ya da mal varlığı açısından bir tehlike meydana getiren kişiye bir yıldan altı yıla kadar hapis cezasının verilmesi gerekli olmaktadır. Kara, deniz hava ya da demiryolu ulaşım araçlarına kişilerin yaşam, sağlık ya da mal varlığı bakımından tehlike yaratabilecek şekilde sevk ve idare eden kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması gerekmektedir. Alkol ya da uyuşturucu maddenin etkisi ile veya farklı bir sebeple emniyetli bir halde araç sevk ve idare edecek durumda olmasına rağmen araç kullanan kişi söz konusu hususlardaki hükümlere göre cezalandırılacaktır. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 180. maddesi içerisinde trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma ile ilgili olan hükümlere yer verilmiştir. Trafik güvenliğinin taksirle tehlikeye sokulması durumunun söz konusu olması halinde deniz, hava ya da demiryolu ulaşımı içerisinde kişilerin hayatı, sağlığı ya da Malvarlığı açısından bir tehlikeye taksir ile sebep olan kimseye üç aydan üç yıla kadar hapis cezasının verilmesi gerekmektedir.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçu İle Korunan Hukuki Yarar Nedir?

Ceza kanunu hükümleri içerisinde yalnızca belirli bir kişinin ya da kişilerin hukuki faydalarını zarara uğratan ya da böyle bir yararı tehlike altına sokan davranışlar mevcut değildir. Bunların yanı sıra her kişinin yani genel bir şekilde toplumun belirli bir hukuki faydasına tehlikeye ya da zarara uğratan eylemlerde suç olarak düzenleme yoluna gidilmiştir. Bu bakımdan 5237 sayılı Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde yaralan özel hükümler başlıklı ikinci kitabın topluma karşı suçlar başlıklı üçüncü kısmı içerisinde 170 inci ve 180. maddeler içerisinde genel tehlike yaratan suçlara yer verilmiştir. Trafik güvenliğine dair olarak 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesi içerisinde üç ayrı fıkra halinde aslında birbirinden farklı üç suç tipi belirtilmiştir. Nitekim 765 sayılı eski Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde birçok maddede dağınık durumda düzenlenmiş bir husus olan trafik güvenliğini sağlama yönelik seçimler bir araya getirilmiştir. Bu açıdan 5237 sayılı Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde yer bulmuş olan 179. maddenin eski Türk ceza kanunu olan 765 sayılı Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde tam bir karşılığı mevcut değildir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrasında kara, deniz hava ya da demir yolu ulaşımının güven içerisinde akışını sağlamak bakımından konulmuş olan her türlü işareti değiştirmek suretiyle kullanılmaz hale getirerek konulmuş oldukları yerden kaldırmak suretiyle doğru olmayan işaretler vererek geçiş, varış, kalkış ya da iniş yolları üzerine bir şey koymak suretiyle veya teknik iletişim sistemine müdahalede bulunularak farklı kişilerin yaşamı, sağlığı ya da mal varlığı bakımından bir tehlikeye neden olan kişi bir yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağına dair yaptırım söz konusudur. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisinde kara, deniz hava ya da demiryolu ulaşım araçlarının kişilerin yaşam, sağlık ya da mal varlığı bakımından tehlikeli bir nitelik taşıyabilecek şekilde sevk ve idare eden kişi hakkında iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmaya gidilecektir. Uygulama içerisinde en fazla soruna yol açtığı söylenmesi mümkün olabilecek üçüncü ve son fıkraya göre alkol ya da uyuşturucu madde etkisi ile veya farklı bir neden ile emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare etmesi mümkün olmayacak durumda olmasına rağmen araç kullanan kişinin yine iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılma yoluna gidilecektir. Uygulama içerisinde en çok sorunu meydana getirdiği söylenmesi mümkün olabilecek üçüncü ve son fıkraya göre alkol ya da uyuşturucu madde etkisi ile veya farklı bir nedenle emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek durumda olmasına rağmen araç kullanan kişi yine iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktır. Bununla birlikte 5237 sayılı Türk ceza kanunu 180. maddesi içerisinde trafik güvenliğini taksirli bir şekilde tehlikeye sokma suçunu yer verilmiştir. Bu düzenleme içerisinde aslında 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasının taksirle işlenmiş durumu ortaya çıkmaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunu 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisindeki suçun faili konumunda yer alan kişi aracı sevk ve idare eden kişi iken 5237 sayılı Türk ceza kanunun 180. maddesi içerisinde herhangi bir kimsenin olması mümkündür. Ancak 179. madde içerisinde farklı olarak 180. madde içerisinde kara ulaşımı açısından tehlikeye sebep olmaya yer verilmediğini söylememiz mümkündür.

5237 sayılı Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde mevcut olan 179. maddedeki her üç fıkra bakımından da trafik güvenliği ve bu açıdan kamu güvenliği koruma altına alınmaktadır. Bununla birlikte bu üç fıkra açısından kişilerin yaşama hakkının, beden bütünlüğünün ve mülkiyet hakkının korunduğunu söylemekte mümkündür. Soyut tehlike suçu niteliğinde olan 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından da bahsetmiş olduğumuz bu durum geçerlilik arz etmektedir. Bunun sebebi tipik davranış bakımından bir tehlike meydana gelmiş olsa ve olmasa bile amaç trafiğin güven içerisinde akmasını sağlamak suretiyle bireyler açısından meydana gelebilecek tehlikeleri önlemek olmaktadır.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunda Maddi Unsurlar Nelerdir?

5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinde düzenlenmiş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu içerisindeki maddi unsurlardan ilk olarak faili ile ilgili olan hususlardan bahsetmemiz mümkündür. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin birinci fıkrası bakımından her kişinin suçun faili konumunda yer alması mümkündür. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası bakımından suçun faili konumunda yer alan kişi aracı harekete geçiren, hareketi tutan ya da yönlendiren kişi niteliği taşımaktadır. Bundan kaynaklı olarak bizzat işlenmesi mümkün olabilen bir suç niteliği söz konusu olmaktadır. Öyle ki tipik hareketin suçun faili konumunda yer alan kişinin kendisi tarafından doğrudan meydana getirilmesi gereklilik arz etmektedir. Suçun faili konumunda yer alan kişinin aracın içerisinde bulunması gerekli olmamaktadır. Öyle ki aracın içerisinde bulunmadan uzaktan da bunu meydana getirmesi mümkün olabilmektedir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından özgü bir suç meydana gelmektedir. Bunun sebebi alkol ya da uyuşturucu madde etkisi veya farklı bir sebeple emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare etmesi mümkün olmayacak durumda olan kişinin faili niteliği taşıyor olabilmesinden kaynaklanmaktadır. Öyle ki gerçek özgü suçlar içerisinde suçun faili konumunda yer alan kişinin kişisel ve doğal özelliği de sıfatı suçun tipik bir unsur niteliği taşımaktadır. Bu özelliği taşımayan kişiler tarafınca suçun meydana getirilmesi olanak dâhilinde değildir.

5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinde düzenleme bulmuş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun maddi unsurları bakımından bahsedilmesi gereken bir diğer durum mağdur ile ilgili olan hususlardır. 179. maddenin her üç fıkrası bakımından da belirli ya da belirlenmesi mümkün olan bilen kişileri mevcudiyeti aranmamaktadır. Bunun sebebi suçun düzenlenmiş olduğu kısım içerisinde anlaşılacağı üzere yasaklanmış olan davranışların genel bir şekilde toplumu tehdit eden bir nitelik taşımasıdır.

5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinde düzenlenmiş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun maddi unsurları bakımından bahsedilmesi gereken bir diğer durum ise suçun maddi konusudur. Suçun maddi konusu içerisinde bahsedilmesi gereken suçun üzerinde işlenmiş olduğu hareketin yöneldiği şeydir. Öyle ki 5137 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesi bakımından da suçun konusu trafik düzenin ya da güvenliği olmaktadır. Burada suç sadece trafik düzen içerisinde işlenmesi mümkün olan bir nitelik taşıdığını göre öncelikle her üç fıkra açısından da trafik kavramının anlamı açıklanması gerekmektedir. Bunu 2918 sayılı karayolları trafik kanunu hükümleri içerisinde mevcut olan ikinci ve üçüncü maddede yer alan hükümlere göre belirlemek gerekli olmaktadır. Öyle ki trafik yayaların hayvanların ve araçların karayolu üzerindeki hal ve hareketlerine karayolu ise trafik için kamunun yararlanmasına açık olan arazi şeridi köprüler ve alanlar olarak tanımlanmaktadır. Bu açıdan umuma açık olmayan yerlerde bu suç işlenir nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte yalnızca belirli kişilerin izin alınmak suretiyle girilmesi mümkün olabileceği yerler bu kapsam içerisinde olmamaktadır. Bununla birlikte orman köyü, tarla ya da yayla yolları da kamuya açık olmak kaydı ile karın yolu tanımına dahi nitelik taşımaktadır. Dükkân ve alışveriş merkezleri gibi yerlere ait olan otoparklarda kamuya açık olan olarak kabul görmektedir.

5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinde düzenlenmiş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun maddi unsurları ile ilgili olarak bahsedilmesi gereken bir diğer durum ise fiildir. Burada fiili 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin birinci fıkrası bakımından, 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası bakımından, 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından ayrı ayrı açıklamak mümkündür.

İlk olarak 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrası içerisinde düzenleme bulmuş olan eylemlerden bahsedebiliriz. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ilk fıkrası açısından eylem kara, deniz, hava ya da demir yolu ulaşımının güven içerisinde akışını sağlamak amacıyla konulmuş her türlü işareti değiştirmek, kullanılamaz bir duruma getirmek, konulmuş oldukları yerden kaldırmak, yanlış işaretler vermek, geçiş varış, kalkış ya da iniş yolları üzerine bir şey koymak veya teknik işletim sistemine müdahale etmek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hareketler seçimlik hareketli olarak kanun hükümlerinde yer bulmuştur. Trafik güvenliğini tehlikeye sokulması suçunun hangi eylemler ile meydana gelebileceği ile ilgili olarak kanun hükümleri içerisinde bir özelleştirme yapılmıştır. Bundan kaynaklı olarak bağlı hareketli bir suç kanun hükümleri içerisinde yapılmış olan tanım da gösterilmiş olan birden fazla eylemden birinin yapılması ile ulaşacaktır. Öyle ki seçimlik hareketli bir suç olduğunu söylememiz bu bakımdan mümkün olur. Bir somut tehlike suçu ortaya çıkmaktadır. Seçimlik hareketlerin farklı kişilerin yaşamını, sağlığını ya da bu kişilerin mal varlığı bakımından bir tehlikeye girmelerine sebep olması gerekli olmaktadır. İşareti değiştirmek eylemi trafik güvenliği içerisinde söz konusu olan düzeni aksatacak bir şey kilde işaretin içeriğini değiştirmektir. Öyle ki trafik güvenliği içerisinde söz konusu olan levhalarda bir değişiklik yapmak bu durumu ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte işaretleri kullanılamaz hale getirmek eyleminden anlaşılması gereken içeriğini anlaşılmaz şekle sokmak demektir. Trafik güvenliğini sağlamak için koyulmuş olan levhalarının üstünü boyamak ya da deforme etmek suretiyle okunması mümkün olmayacak bir hale getirmek bu durumu ortaya çıkarmaktadır. Burada bahsedilmesi gereken bir diğer eylem işaretleri konu oldukları yerden kaldırmaktır. İşaretleri konu oldukları yerden kaldırmak işareti içerisinde bulunduran levhayı bulunmuş olduğu yerden çıkarmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada o işaret alıp farklı bir yere götürmeye gereklilik olduğunu söylememiz mümkün değildir. Levhayı sökerek farklı bir yere bırakmak Bu durumu karşımıza çıkarır. Öyle ki burada da kullanılamaz hale getirmek durumu ortaya çıkmaktadır. Yalnızca ulaşımın güvenli bir şekilde sağlanması amacıyla konulmuş olan işaretlere dair yapılan müdahaleler suç teşkil etmektedir. Nitekim karayolu üzeri içerisinde mevcut olan ve yoldaki tesislerin yerine ya da bu tesislerin uzaklığını gösteren ya da farklı noktaların ikametini belirten işaretleri de hayır söz konusu hareketler bu suç içerisine girmemektedir. Bunlara yönelik olarak yapılan müdahaleler özelliklerine göre hırsızlık ya da mala zarar verme suçunu ortaya çıkarabilir nitelik taşımaktadır. Geçiş vuruş, kar kış ya da iniş yolları üzerine bir şey koymanın ne demek olduğunu ilgili olarak açıklamada bulunmamıza mümkündür. Burada açık bir ifade vardı ancak kanunilik ilkesinden kaynaklı olarak yolun bulunmak suretiyle ulaşımın tehlike düşürülmesi 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrası içerisinde yer bulmamaktadır. Mevcut olan böyle bir davranış bir zararı meydana getirir ise böyle bir halde taksirle, kasten yaralama ya da öldürme ile ilgili olan durumlar ile karşı karşıya gelinebilmektedir. Burada söz konusu olan yanlış işaret vermek eylemi ise kanun hükümlerinin gerektirmiş olduğunun tersine bir işaret ile sürücüleri yanlış yönlendirmek olarak karşımıza çıkar. Öyle ki inişe geçen uçakların kokpitine lazer tutmak bu fıkra içerisine girmektedir. Trafik bakımından pilota yönlendiren nitelikte bir işaret söz konusu olmamaktadır. Böyle bir eyleme Sivil havacılık Genel müdürlüğü tarafından verilecek idari para cezaları hakkında Yönetmelikle ilgili olan hususlar içerisinde değerlendirmek gerekli olmaktadır. Bu bahsetmiş olduğumuz yönetmeliğin eki içerisinde belirtilmiş olan 51 no lu kural içerisinde uçuş emniyetini riske sokacak şekilde hava araçlarına lazer tutmak, uçak haberleşmesine müdahale etmek ya da benzer aykırı durumlarda bulunmak idari para cezasını gerekli kılmaktadır. Bununla birlikte aracı sürmekte olan şoförün sinyal işaretlerini hatalı ya da eksik kullanmak suretiyle tehlike yaratması kastın mevcut olması halinde 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci kapsamı içerisinde değerlendirilmesi gerekli olacaktır. Teknik işletim sistemi içerisine müdahalede bulunmak ulaşım araçlarının hareketini ve durmasını sağlayan sistemlerin işleyişini olumsuz bir şekilde etki eden eylemler içerisinde mevcut olmaktadır.

Burada 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrası içerisinde yer bulmuş olan eylemler ile ilgili olan hususlara yer verdik. Bahsedilmesi gereken bir diğer husus ise 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesi içerisinde yer alan ikinci fıkradaki eylemlerdir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisinde kara, deniz, hava ya da demiryolu ulaşımı araçları ile ilgili olan hususlara yer verilmektedir. Burada bahsedilmiş Ulan araç yük, hayvan veya yolcu taşıyan, kamuya ya da özel bir kişiye ait olan, motorlu ya da motorsuz herhangi bir taşıt olabilmektedir. Nitekim aracın motorlu bir taşıt olması gereklilik arz etmediğinden, bisiklet ya da ata bası da hüküm içerisinde değerlendirilmesi mümkün nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte çocuk arabası, paten kaykay gibi araçların bu hüküm içerisinde olmadığını söylemek mümkündür. Ulaşım aracından bahsediliyor olmasına rağmen taşıtın mutlaka ulaşım amacına tahsis edilmiş olması gereklilik arz etmemektedir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisinde kanuni tanım içerisinde söz konusu olan durumdan hareket ederek farklı bir neticenin öngörülmüş olmaması yani hareketin yapılması ile birlikte tipikliğin meydana gelmesinden kaynaklı olarak salt hareket suçu meydana gelmektedir. Bununla birlikte serbest hareketli bir suç olarak karşımıza çıkmaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrası açısından vurgulanması gerekli olan en önemli husus bir somut tehlike suçunun meydana geliyor olacağıdır. Kanun hükümleri içerisinde kullanılmış olan ulaşım araçlarına kişilerin hayat, sağlık ya da Mal varlığı açısından tehlikeli olmasının mümkün kılacak şekilde sevk ve idare eden kişi şeklindeki düzenlemenin hüküm içerisinde bir somut tehlike suçunun söz konusu olduğunu ileri sürmek bakımından yeterli olmadığını söylemek mümkündür. Somut tehlike suçları içerisinde söz konusu tehlike, gerçekleşmesinden endişe duyulan belirli bir neticenin meydana gelmesi ihtimali olarak kabul görmektedir. Bununla birlikte hâkim tarafından somut olayın koşulları değerlendirildiğinde söz konusu tehlikenin meydana gelip gelmediğinin saptanması gerekli olmaktadır. Kanun hükmünün gerekçesi içerisinde aracın sevk ve iradesinin yalnızca trafik düzenine ihlal getirdiği bu suçun meydana gelmesine sebep teşkil etmeyecektir. Bu suçun meydana gelmesine mümkün olabilmesi bakımından aracın trafik düzenine ihlal getiren şekilde ve kişilerin yaşamı, sağlığı ya da mal varlığı bakımından tehlikeli nitelik taşıyabilecek şekilde kullanılması gerekli olmaktadır. Bununla birlikte Yargıtay’ın da belirttiği üzere yalnızca her kural ihlalin mutlaka kişiler açısından tehlike sebep olacağını söylemek mümkün olmamaktadır. Böyle bir halde tehlike sebep olma durumunu somut olayın özelliklerine göre değerlendirmek gerekli olmaktadır. Suçun meydana gelmesi bakımından suçun tamam içerisinde yer alan eylemin gerçekleştirilmesi yeterlik teşkil etmeyen tehlikelilik halinin gerçekleşmesi veya bunun gerçekleşmesine olası bulunması zorunluluğu teşkil etmektedir. Bundan kaynaklı olarak her somut olay açısından tehlikeye sebep olma ögesinin mevcudiyeti söz konusu olmalı. Burada hakkı olmadığı halde emniyet şeridini kullanıyor olmak, tek başına bu suçu meydana getirmezken böyle bir eylem ile hareket eden araçlar yüzünden şeridin tıkanması veya ambulansın geçemiyor olmasından kaynaklı olarak yetişmesi gereken noktaya gecikerek varması halinde trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun meydana geldiğinden bahsetmemiz mümkün olur. Doktorun hükümleri içerisinde sürücü belgesi geri alınmış ya da iptal edilmiş bir kişinin araç kullanmasına mutlaka bu suçu meydana getirmeyeceği yönündeki görüşe katılmamız mümkün olmamaktadır. Öyle ki alkollü araç kullanmasından kaynaklı olarak ehliyeti süreli bir şekilde geri alınan sürücünün bu süre içerisinde Her araç kullanmasının somut bir tehlike meydana getirdiğini bir varsayım olarak kabul etmek gerçekçi bir nitelik taşımamaktadır. Bununla birlikte ceza hukuku ilkelerine de uygun bir nitelik taşımaktadır. Böyle bir yaklaşımın faile ceza hukuku ilkesine yansımış olduğunu söylememiz mümkündür. Bunun sebebi geçmiş eylemlerden hareket ile suçun faili konumunda yer alan kişinin tehlikeli kişilik yapısı kabul edilmek suretiyle her araç kullandığında böyle bir yönde ayrıca bir araştırmaya gerek olmadan tehlikeli bir şekilde hareket etti kabul ediliyor olmaktadır. Bunun yanı sıra bazı ülkeler içerisinde ehliyetsiz araç kullanmak suretiyle ölüme neden olma şeklinde bağımsız bir suç tipinin de mevcut olduğunu söylememiz mümkündür. Buna örnek teşkil eden ülkelerden biri İngiltere’dir. İngiltere içerisinde bu suçtan sorumlu tutulabilmesinin mümkün olabilmesi bakımından aracın kullanılması ile ortaya çıkan ölüm neticesi arasında nedensellik bağının mevcudiyetinin yeterlilik teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Bu açıdan objektif sorumluluk örneği bir düzenleme niteliği taşımaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 20. maddesinin hükümleri karşısında bu turdan bir hususun ülkemiz içerisinde benimsenmesinin olası olduğunu söylememiz pek de mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte 6487 sayılı kanun hükümleri içerisinde yapılmış olan 18. madde ile söz konusu olan değişiklik karayolları trafik kanununun 36. maddesinin üçüncü fıkrası içerisinde ehliyetsiz sürücü için uygulanacak idari para cezası öngörülmesi ile karayolları trafik kanununun 48. maddesinin beşinci fıkrası ve karayolları trafik kanununun 48. maddesinin sekizinci fıkrasında alkol ya da uyuşturucu kullanmış durumda yakalanmış sürece dayalı düzenlemeler ile yapılanın aksine 5237 sayılı Türk ceza kanununa net yollama yapılıyor olmamaktadır. Bununla birlikte kanunla aşmayan ve daha sonra değişen metin içerisinde 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisinde uygulama bulacağının açık bir şekilde belirtildiğini söyleyebiliriz. Farklı bir görüş içerisinde yalnızca ehliyetsiz araç kullanmak bu suça yol açmaz şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Gerekli ehliyeti almamış suçun faili konumunda yer alan kişinin bir trafik kuralına aykırı bir harekette bulunması ya da bir trafik kazasının sınıf olması halinde suç meydana gelecektir. Bu önermenin ikinci halinde trafik güvenliğini tehlikeye atıldığı bilinç ve iradesinin mevcut olması koşuluyla kabul edilebileceği söylenmektedir. Bunun sebebi trafik kazasına sebep olan kişiden anlaşılması gereken kusursuz bir şekilde bir kazayı meydana getiren kişi değildir. Bu kişinin kendi kusurlu davranışları ile kazanın müsebbibi olanını ifade eder niteliktedir. Öyle ki suç kural ihlalinin yeterli teşkil etmediğini söylemek mümkün olabilmektedir. Ehliyetsiz bir şekilde araç kullanıp kırmızı ışıkta duran kişi ile ehliyetsiz bir şekilde araç kullanıp boş yolda kırmızıdan yavaş bir şekilde geçerek kimseyi tehlikeye atmayın kişinin ceza hukuku bakımından ayırt edilemeyeceğini söylenebilmektedir. Bu açıdan bir yaklaşım suçun somut tehlike suçu yapısıyla bağdaşır bir nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte aynı görüşe sahip olan yazarlar trafik güvenliği açısından tehlikeli olduklarını düşündükleri için sürücü belgesi geri alınmış ya da iptal edilmiş kişinin trafiğe çıkmasının başlı başına 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrasına girmiş oldu kanaatini taşımaktadırlar. Bu hususta da mutlak bir şekilde katılıyor olmak mümkün olmamaktadır. Öyle ki otomobil kullanma becerisi yeterlilik teşkil etmediği için ehliyet alamayan kişiye nazaran ehliyet alıp da park kurallarına uymadığı için ceza puanı limitini doldurmak suretiyle ehliyeti iptal edilmiş olan kişi daha tehlikeli kabul edilmemesi gerektiğine söyleyebilmek mümkündür. Bununla birlikte söz konusu görüşe göre ilk halde suç meydana gelmeyecek ikinci durumda meydana gelecektir. Bununla birlikte ehliyeti olmayan veya Geri alınmış olan sürücü açısından 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrasının uygulama bulmasına mümkün olabilmesi söyleyebilmemiz bakımından farklı bir kişinin hayat, sağlık ya da mal varlığının somut olay içerisinde tehlikeye düşürecek bir davranışın mevcudiyeti ispatlanması gerekmektedir. Öyle ki anılan görüşler içerisinde suçun somut tehlike suçu olduğunu da hayır herkes aynı görüştedir. Ancak ehliyetsiz bir şekilde araç kullanma eğilimindeki tipik hareketin bir tehlike arz etmesinden kaynaklı olarak cezalandırılmasının gerekli olduğuna dair görüş 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin İkinci fıkrasını ehliyeti olmayan veya geri alınan kişiler açısından bir soyut tehlike suçunla çevirmektedir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrasının gerekçesi içerisinde bu suç ayriyeten trafik güvenliği için öngörülmüş bakım ve onarımların yapılmamasından aracın trafiğe çıkarılması durumunda meydana gelebilmektedir. Fakat bunun için ayriyeten gerekli bakım ve onarımı yapılmamış aracın trafiğe çıkarılıyor olması ile kişilerin yaşamı, sağlığı ya da mal varlığı bakımından bir tehlikeye neden olunması gereklilik arz etmektedir. Öyle ki gerekli onarım ve bakım yapılmış olsa iyice ortaya çıkmayacak olan bir tehlike bu bakımdaki İsmail sonucunda meydana gelmiş olmalıdır. Aksi bir durumda ihmal davranış ile ortaya çıkan tehlike arasında nedensellik bağının mevcudiyetinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Gerekli kontrollerin yapılması halinde tehlikeye meydana getiren olayın ortaya çıkmama ihtimalinin gelme ihtimalinden fazla bir nitelik taşıyor olması yeterli teşkil etmemektedir. İsmail’in gösterilmemiş olması halinde tehlikenin ortaya gelmesinin mümkün olmayacağının kesin ne yakın ya da yüksek ihtimal ile tespit edilebilmiş olması aranıyor olmaktadır. İhmali davranışta Nedenselliğin saptanması varsayımsa bir yargıya bağlılık teşkil ettiğinden mutlak bir kesinlik aranamayacağını söylemek mümkündür. Bunun sebebi söz konusu olayda gerçek ve fizik kanunları bakımından bir nedensellikten ziyade bunun normatif bir eş değeri söz konusu olmaktadır. Nitekim 5237 sayılı Türk ceza kanunun genel hükümleri içerisinde ihmali davranışın cezalandırılacağına dair bir hüküm içerisine yer Verilmemesinden kaynaklı olarak ve bu konu ile ilgili olarak bir açıklık olan diğer farklı suç tiplerinin aksine 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrasının ihmali davranışla ne de işlenmesi mümkün olabileceğinin hüküm içerisinde belirtilmemesi karşısında gerek içerisindeki bu açıklamaya rağmen ihmali davranışın bu fıkra kapsamında ele alınmış olan kanunilik ilkesine uygun olup olmadığı tartışmalı bir nitelik arz etmektedir. İhmali davranışın cezalandırıla bilirliği açısından doktorun içerisindeki çoğunluk görüşünün olumsuz yönde olduğunu söylememiz mümkün olmaktadır. Ayriyeten diğer bir tartışmalı durum bakın ve Onurum ile ilgili olarak İsmail’in suçun eylem unsurunu meydana getiren sevk ve idare kavramları İçerisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ile ilgili olmaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun ikinci fıkrasına göre burada negatif bir durum söz konusu olmaktadır. Öyle ki bu görüş eğer benimsenir ise gerek içerisinde mevcut olan örneğin 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası kapsamına girmediğini kabul etmek gerekli olmaktadır. Her hâlükârda aksinin mevcut olduğunu kabul etmek söz konusu olsa dahi yasaklanmış olan eylemin gerekli bakım ve onarımlarının yalnızca ihmal edilmiş olması değil bu halen bilinci içerisinde olarak aracın kullanılması sevk ve idare edilmesi olduğu belirtilmektedir.

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu ile ilgili olarak 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci ve ikinci fıkrası içerisinde yer bulmuş olan eylemler ile ilgili olan hususlara yer verdik. Burada bahsedilmesi gereken bir diğer husus 5237 sayılı Türk ceza kanunun üçüncü fıkrası içerisinde düzenlenmiş olan eylemlerdir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasında bağlı hareketli bir su tehlike suçu düzenleme bulmuştur. Öyle ki soyut tehlike suçları içerisinde tecrübe kuralları ile birlikte belirli bir davranışın beraberinde bir tehlikeyi meydana getirdiği varsayılmaktadır. Bu bakımdan tipik bir nitelik taşıyan davranışın mevcudiyeti tespit edildikten daha sonra hâkimin söz konusu bir tehlikenin somut olay içerisinde mevcut olup olmadığını saptanması gerekli olmamaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından da başka kişilerin hayatı, sağlık ya da mal varlığı açısından somut bir tehlike meydana gelmiş olması şart olmamaktadır. Ayriyeten kesintisiz bir suç söz konusu olmaktadır. Bilindiği gibi bu tür suçlar içerisinde tipik hareketin yapılması ile suç tamamlama bulunmaktadır. Fakat sona ermemektedir. Burada aracın kullanılması ile suç tamamlama bulunmaktadır. Kullanmanın bırakılmasıyla da suç sona ermektedir. Öyle ki suçun meydana gelmesi bakımından alkol ya da uyuşturucu maddenin yalnızca kullanılmış olmasının her zaman yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Yargıtay kararları içerisinde de madde gerekçesinde de kişinin güvenli şekilde araç kullanamayacak zorunda olduğunun her somut olay içerisinde saptanması zorunluluk teşkil etmektedir bundan kaynaklı olarak suçun faili konumunda yer alan kişinin alkol oranını saptayan tutanın mevcudiyeti ve bu halde iken farklı trafik kurallarını da ayriyeten ihlal ettiğini saptanması suçun faili konumunda yer alan kişiyi cezalandırmak bakımından yeterlilik teşkil etmez. Ancak ayriyeten muhakemeye da hayır durumlarda alkol madde etkisi açısından belirli sınırın aşılması halinde mutlak bir karine söz konusu olmaktadır. Emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemiyor olma hali alkol ya da uyuşturucu madde etkisi veya farklı bir nedenden kaynaklanıyor olabilmektedir. Alkol sözcüğü ile içkiler de mevcut olan etil alkol kast edilmektedir. Uyuşturucu madde ise 5237 sayılı Türk ceza kanunun 188. maddesi içerisinde mevcut olan hükümlere paralel bir şekilde uyarıcı maddeleri içerir nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte Almanya içerisinde birçok sakinleştirici ve ağrı dindiricinin de bu kapsam içerisinde olduğundan bahsetmemiz mümkündür. Kas gevşetici ya da mide, bağırsak ya da kalp ilaçları gibi reaksiyon azaltıcı ilaçların ise kapsam harici tutuldu söylenebilmektedir. Öyle ki 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından bu tür ilaçların kullanımı farklı bir nedenle ibareleri içerisinde değerlendiriliyor olmalıdır. Farklı bir neden ise suçun faili konumunda yer alan kişiden dolayı ortaya çıkan ve onun emniyetli şekilde araç çekme idare etmesine engel her türlü durum olmaktadır gerekçe içerisinde uzun süre araç kullanmaktan kaynaklı olarak yorgunum uykusu olan kişilerin araç kullanmaya devam etmesi bunu örnek teşkil etmektedir. Suçun faili konumunda yer alan kişinin aşırı cüret ya da heyecan içerisinde olmasından kaynaklı olarak tehlikeli Manevralar yapması 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamına girmemektedir. Bu husus 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrası kapsam içerisinde değerlendirilmektedir. Güvenli bir şekilde araç idare ve sevk edemeyecek halde bulunan suçun faili konumunda yer alan kişinin sahip olduğu aracı ile yolda uzun süre devam etmeyi ve yol içerisinde karşılaştıklarıyla mücadele etmesi mümkün olabilecek trafiğe özgü ani ve güç problemlerin üstesinden gelmeye artık sahip olmayan bir şoför haline varmış olmaktadır. Öyle ki vaktinde ehliyet almış olan ancak aradan geçen zamanda bazı duygularında ortaya çıkan önemli zayıflamalara rağmen araç sürmeye devam eden kişiler bu durumu meydana getirmektedir. Öyle ki hastalık ya da uykusuzluk gibi hallerin bu kapsam içerisinde değerlendirilmesi durumu söz konusu olurken duygularını da sürekli bir işlev azalması ortaya çıkmış olanların kapsam dışında olması doğru olmamaktadır. Bununla birlikte bu tür hallerde kastın tespiti sorun ortaya çıkarabilmektedir. Suçun faili konumunda yer alan kişi hem duyudaki işlev ya da yetenek kaybının bilincinde olmalı hem de bundan kaynaklı olarak araç kullanmasının arz ettiği tehlikeyi bilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte ehliyete Sahip olmamasına ne araç kullanma yetkisine sahip olmamasına rağmen araç kullanma ya davranan kişi 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasında ki suçun meydana getirmiş olup olmadığından bahsetmemiz gerekir. Madde hükümlerinde araç kullanmak için gerekli ehliyeti ve fiili bir şekilde yeterli sahip nitelik taşıyan kişinin geçici bir sebeple bunu yapamayacak duruma gelmesine düzenleyecek gibi gözüküyor olmaktadır. Bununla birlikte kan Dökümlerindeki başka bir nedenle ibaresini ehliyetsiz bir şekilde ve düzgün araç kullanmayan kişiyi kapsar nitelikte olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bir sürü tehlike suçu mevcut olduğundan yalnızca ehliyetsiz olmayan 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasındaki suçu meydana getirmeyeceğini söylememiz mümkündür. Bununla ilgili çeşitli ihtimalleri 5233 ilk özel kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrasının fiili unsuru kapsam içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Yasal bir şekilde ehliyet almış olmasına rağmen düzgün bir şekilde araç kullanma yetkisine sahip olmayan kişinin bu kapsam içerisinde bulunduğunu söyleyemeyiz. Kendisine verilen nehir sürecinin kendi sürüş kabiliyetine de ayır öznel değerlendirilmesi ne olursa olsun objektif bir şekilde bu yeterliliğe sahip olduğunun resmi ispat şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bahsetmiş olduğumuz sürücünün fiili tipik bir haksızlık şeklinde olmamaktadır. Burada haksızlık bilincinin mevcut olduğunu söylemekte mümkün değildir. Ancak bunu istisna teşkil eden durum zamanda meydana gelen duyu ve işlev azalması ya da kaybı halidir. Alkol etkisi açısından karayolları trafik kanunu hükümleri içerisinde söz konusu olan yönetmelikte idari para cezası için öngörülmüş olan limit 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası uygulaması bakımından belirleyici bir nitelik taşımaktadır. Yargıtay uygulaması içerisinde alkollü yakalanmış olan sürücünün alkol testi içerisinde çıkan promil durumuna göre ayrım yapılması gerekmektedir. Promil oranı 1,00’ın üzerinde ise 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrasındaki suçun meydana geldiği kabul görülmektedir. Öyle ki burada güvenli görüş yeteneğinin getirildiğini göstermiş olan bulgular ayriyeten gerekli olmamaktadır. Bu bakımdan karayolları trafik kanununun 48. maddesinin altıncı fıkrası içerisinde veya 1,00 promil üzerinde alkollü nitelik taşıyan sürücüleri 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasının uygulama bulacağına dair hükümler eklenmiş olmaktadır. Mahkumiyet için alkol oranının saptanması yeterli teşkil edecek ayriyeten hiçbir inceleme gerekli olmayacaktır. Nitekim alkol testi sonucu 1,00 promilin Üstünde çıkan sürücünün emniyetini bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek halde olduğunun mutlak bir karine olarak kabulünü ceza hukuku ilkeleri ile birlikte değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte bilimsel çalışmalar sürücülerin kullanmasını mümkün olabileceği azami alkol miktarını düşürmenin, alkollü sürücülerin karıştığı ölümlü kaza oranlarını azaltmakta etkin olduğunu ispatlamaktadırlar. Bununla birlikte 21 yaşının altında yer alan gençler açısından tolere edilmeme politikasının uygulanması bulmasının etkili bir husus olduğuna dair çalışmaların mevcudiyeti söz konusudur. Ancak karayolları trafik kanunu bakımından belirtilmiş olan limit ayrı, belirli limiti aşanların direk ceza yaptırımına tabi olması farklı bir durumdur. Bunun sebebi her kişi bakımından her zaman emniyetli bir şekilde sürüş yeteneğinin getirildiğini içtihat yoluyla kabul etmenin mümkün olması bakımından alkol oranı 1,00 promil üstünde olan hiçbir kişinin hiçbir zaman güvenli bir şekilde araç süremediğinin kesin bir bilimsel gerçek niteliği taşıdığını kanıtlamak gerekli olmaktadır. Ancak adli tıp kurumu beşinci ihtisas kuruluna göre bu durum içerisindeki sürücülerin bireysel farklılıkları ortadan kaldırabilecek ölçüde alkolün nitelik taşıdığını ve bu seviyede alkol tesiri altındaki sürücülerin hemen tümünün emniyetli bir şekilde sürüş yeteneğinin olumsuz olarak etkilendiğini kabul edilmesi gerekli olmaktadır. Öyle ki sürüş yeteneği olumsuz etkilenmeyen sürücülerin mevcut olmasından bahsetmemiz mümkündür. Çünkü sürücülerin tamamından bahsedilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Bununla birlikte olumsuz etkilenme ile güvenli süremeyecek durumda olmak farklı kavramları ortaya çıkarmaktadır. Yargıtay’da adli bilimciler derneği tarafından gerçekleştirilmiş olan çalışmanın neticesinde kanda bulunan alkol miktarının kişi davranışlarına ve Sürüş emniyetine etkisine dair birçok değişik sınıflandırma yapıldığını görüldüğünü söylememiz mümkündür. Ancak alkol oranı 1,00 promil üstünde olan her kişinin istisnasız ve mutlak bir şekilde güvenli araç kullanmasının olanaksız olduğuna dair bir sonuca varmak mümkün olmamıştır. Öyle ki yalnızca sonuç kısmı içerisinde söz konusu bir limit uygulaması ile ilgili olarak değerlendirmenin aktarıldığından bahsedebiliriz. Bununla birlikte alman Yargıtay’ının içerisinde 1,1 promilin üstü açısından sürücü olan kişinin mutlak elverişsiz olduğunun kabul edildiğini söylememiz mümkündür. Oranın 0,30 ile 1,0 promil arasında olması halinde ise somut olay içerisindeki sürücünün kişisel durumuna bakılması gerekli olmaktadır. Alkol ile uyuşturucu maddenin yalnızca kullanılmış olması bu suçun meydana gelmesi bakımından yeterli teşkil etmemektedir. Adli tıp kurumu beşinci ihtisas kurulu raporları içerisinde istikrarlı bir halde belirtildiği üzere alkollü bir durumda trafik içerisinde bulunan sürücünün alkol konsantrasyonu hangi seviyede olursa olsun bireysel farklılıkların mevcut olması ile birlikte trafik güvenliği bakımından değişen derecelerde risk meydana gelebilmektedir. Fakat bu halin tehlike meydana getirecek düzeyde olup olmadığı bundan kaynaklı olarak sürücü konumunda yer alan kişinin tesiri altında bulunduğu alkol seviyesinde araç kullanması durumunda güvenli sürüş yeteneğini kaybedip kaybetmediği, bireyin onun içerisindeki sürücü şeridinin belirlenebilecek dikkat, algı, denge, refleks, psikomotor  nöromotor koordinasyon gibi nörolojik, Nistagmus, Akomodasyon, görme gibi Oftalmolojik ve genel halinin saptanmasına dair detaylı dâhiliye muayenesine dair tıbbi dataların değerlendirilmesi ile olası olabileceği fakat böyle bir saptama yapılmamış olsa dahi bireysel farklılıkları da elimine edebilecek şekilde 100 promilden fazla olarak saptanan alkol düzeyinin güvenli sürüş yeteneğine getireceğini bilimsel bir şekilde kabul edildiği anlaşılmaktadır. 104 promil alkollü olarak araç kullanmış olduğu saptanmış olan sürücü belgesi olmayan sanık konumunda yer alan kişinin güvenli bir sürüş yeteneğini yitirdiği ve bundan kaynaklı olarak söz konusu suçtan mahkûm edilmesine karar verilmesinin gerekli olduğu bir karar mevcuttur. Bu bakımdan alman uygulaması içerisinde söz konusu olduğu gibi sürüş yeteneği açısından mutlak-nispi elverişlilik ya da yetinin getirilmesinin ayrımının yapılmış olduğunu söylememiz mümkündür. Öyle ki alkol oranı 1,00’ın altında olan sürücü bakımından sana konumunu görülen kişinin güvenli sürüş kabiliyetini yitirdiğine de hayır dışı yansıyan bulguların mevcudiyetini gerekli olduğunu söylememiz mümkündür. Yargıtay ilk derece mahkemesinin saptamasının alkolün emniyetli araç kullanmayı olumsuz bir şekilde etkilediğine dair gereksinimin mevcudiyeti aranmaktadır. Bununla birlikte alkol oranı ne kadar düşükse güvenli bir şekilde araç çekme idare edemediğine dair söz konusu olan belirtiler de o denli fazla ve kesin nitelik taşımalıdır. Öyle ki tanık beyanı trafik cezanın içerisinde mevcut olan saptamalar olay esnasındaki görüntü kayıtları gibi delillere başvurulması gerekli olmaktadır. Adli tıp kurumu 31-100 mg kan alkol seviyesinde olan fakat hızlıca yapılacak detaylı hekim muayenesi neticesinde emniyetli sürüş yeteneğini yitirip yitirmediği saptanılmadığı görüşündedir. Bununla birlikte saptanan alkol 0,30 promilin altında bir nitelik taşıyor ise güvenli sürüş yeteneğinin getirilip getirilmediğine dair araştırma ve muayene yapmanın gerekli olduğunu söylememiz mümkün değildir. Alkol düzeyi bunun altında olan sürücü konumunda yer alan kişinin tekrardan emniyetli sürüş yeteneğini kaybettiğinden kuş kullanan polis buna dair gerekli tetkikleri yaparak bunları belirten bir tutanak ortaya çıkarmış ise yine de bundan kaynaklı olarak mahkeme söz konusu olabilmektedir. Bunun sebebi bu oranın altında yer alan alkol oranının etkisi kişiden kişiye değişiyor olmasıdır. Öyle ki bazı kişilere somut olay içerisinde güvenli araç kullanamayacak duruma sokmuş olması olası bir nitelik taşımaktadır. İstisna iyi bir şekilde alkol oranı ölçümü yapılmadığı hallerde 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası içerisindeki suçtan mahkûmiyet kurmak mümkün olmamaktadır. Örneğin aşırı sarhoşluğundan kaynaklı olarak araç kullanırken sızmış olan ya da ayakta duramayan ve bundan kaynaklı olarak alkol ölçümü yapılamayan sürücü bakımından 179. maddenin üçüncü fıkrası içerisinde söz konusu olan suçun meydana geldiğini kabul etmek gerekli olmaktadır. Öyle ki Yargıtay’ın kararı da bu bakımdan destekler nitelik taşımaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası içerisinde araç kullanan kişi denildiği için yalnızca sürücü koltuğuna geçmek ya da motorun çalıştırılması suçun meydana gelmesine yeterli teşkil etmeyecektir. Bu tür davranışlara cezalandırılamayan hazırlık hareketi olarak kabul görmek gerekli olmaktadır.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunda Hukuka Aykırılık İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?

Burada trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunda hukuka aykırılık ile ilgili olan hususlardan bahsetmemiz mümkündür. Suç tipinin yapısından kaynaklı olarak ilgilinin rızası Kurumu’na başvurmak olası olmamaktadır. Suçun mağduru genel olarak toplum olmasından dolayı 179. maddesinin birinci fıkrasındaki ve 179. maddenin ikinci fıkrası nida ki eylemin gerçekleştirilmesi ile hayatı, sağlığın ya da mal varlığı zarara uğrayan kişinin rızası eylemi hukuka uygun kılmamaktadır. Öyle ki burada ilgilinin rızasından bahsetmemiz mümkün değildir.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunda Manevi Unsurlar Nelerdir?

5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinde yer alan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun her hükmü açısından suç tipi yalnızca kasten işlenebilir bir nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin birinci fıkrası ve ikinci fıkrası ile 5237 sayılı Türk ceza kanunun 180. maddesinin ayrı olduğunu gösteren temel unsurun bu olduğunu söylememiz de mümkündür. 5230 Yükseltürk ceza kanunun 179. maddesi içerisinde yer alan her üç suç tipi bakımından da manevi unsur olarak saik ya da amaca yer verildiğinden bahsetmemiz mümkün değildir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinde düzenlenmiş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu bakımından gerek bu maddenin birinci fıkrası gerek ise bu maddenin ikinci fıkrası bakımından hüküm içerisinde aranan tehlikeyi objektif cezalandırılabilmesi şartı olarak değerlendirmemek gerekir. Öyle ki burada suçun bir unsuru olarak kabul etmek gerekli olmaktadır. Suçun faili konumunda yer alan kişinin kasta bu tehlikeyi kapsar nitelik taşımalıdır. Yargıtay ceza genel kurulu tehlikenin ortaya çıkmasının hukukun niteliği üzerinde durmadan kastın bunu kapsaması ne gerekli olduğuna dair karar kılmıştır. Ancak bu işte hatları başka kişilerin hayat, sağlık ya da mal varlığı açısından tehlike neden olmanın unsuru olarak mütalaa edildiği anlaşılıyor olmaktadır. Aksi halde bunun objektif cezalandırılabilmesi şartı olarak görülmesi halinde suçun faili konumunda yer alan kişinin kastının bunu kapsamasını aramak mümkün olamayacaktır. Burada 5237 sayılı Türk ceza kanunun trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunu düzenleyen 179. maddesinin ikinci fıkrası bakımından suçun faili konumunda yer alan kişinin trafik kurallarına bilinçli bir şekilde aykırı nitelik taşıyan davranışlarda bulunması ve ayriyeten bu eyleminin farklı kişilerin hayat, sağlık ya da mal varlığı bakımından tehlike sebep olacağını bilmesi gerekli olmaktadır. Bununla birlikte kural ihlali ya da tehlikeye yol açtığı bakımından olası kastın mevcudiyeti de yeterlilik teşkil etmektedir. Öyle ki 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrasında sayılmış olan kara ulaşım aracı bakımından bu önem teşkil etmektedir. Çünkü deniz, hava ya da demiryolu ulaşımı açısından kişilerin yaşamı, sağlığın ya da mal varlığı açısından bir tehlikeye taksirli sebep olmak 5237 sayılı Türk ceza kanunu 180’in cumartesi içerisinde ayriyeten cezalandırılmış olmaktadır. Bununla birlikte 5237 sayılı Türk ceza kanunun 180. maddesinde kara oluşumuna yer verilmemiştir. Buradan hareketle kara ulaşım aracına sevk ederken, taksirli sebebi ile kişilerin yaşamını, sağlığını ya da mal varlığını yalnızca tehlikeye düşüren kişi cezalandırılmayacaktır. Burada kişilerin yaralanmasını ya da ölümüne yol açması halinde taksirle öldürme ve yaralama hükümlerinin uygulama bulabileceğinden bahsetmemiz mümkündür. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından da kişinin mevcut hali karşısında güvenli bir şekilde araç kullanamayacağını biliyor olması veya bu ihtimali en azından gözü alması gerekli olmaktadır.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunda Kusurluluk İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?

5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası bakımından kusurlu ortadan kaldıran sebep olarak zorunluluk hali karşımıza çıkabilir. Öyle ki zorunlu bir şekilde trafik kurallarını bilinçli olarak ihlal etmek suretiyle başkalarının sağlığını tehlikeye düşüren kişinin mevcudiyeti söz konusu olabilir.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçundan Suçun Özel Görünüş Biçimleri Nelerdir?

5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinde düzenlenmiş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun özel görünüş biçimleri ile ilgili olarak teşebbüs ve içtima ile ilgili olan hükümlerden bahsetmemiz mümkündür. Burada ilk olarak trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçuna teşebbüs ile ilgili olan ürünlerden bahsedebiliriz. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrasında salt hareket suçu söz konusu olduğunda teşebbüse elverişli olmasa bile icra hareketlerinin parçalara bölünebildiği durumlar içerisinde teşebbüsü kümlerini uygulama bulabileceğinden pas etmemiz mümkündür. Burada suçun faili konumunda yer alan kişi tek gün işaretini sökmeye çalışırken polise yakalanmış olması teşebbüs hükümlerine meydana getirecektir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisinde salt hareket suçu söz konusu olduğunda teşebbüse elverişli bir durumdan bahsetmemiz mümkün olmayacaktır. İcra hareketlerinin parçalara bölünebilmesi mümkün olmamaktadır. Öyle ki bu suç içerisindeki somut tehlikeyi objektif cezalandırılabilmesi şartı olarak kabul görmüş olan kişiler bakımından teşebbüs hiçbir zaman mümkün olur bir nitelik taşımayacaktır. Nitekim 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası içerisinde teşebbüste kural olarak mümkün olmamaktadır. Bunun sebebi suçun meydana gelmesini mümkün olabilmesi için aracın kullanılmasının gerekli olmasıdır. O ana kadar olan tüm hareketler ise hazırlık hareketi niteliği taşıyacaktır. Bununla birlikte teşebbüsün kabul edilmesi halinde ceza ortaya çıkan zarar ya da tehlikenin ağırlığına göre belirleniyor olacağından soyut tehlike suçlarında ise somut olay içerisinde bir tehlikenin bile doğmuş olması aranmıyor olacağından yaptırımın neye göre belirleneceği ile ilgili olarak bir tartışmalı mevcudiyeti söz konusudur.

5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinde düzenlenmiş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu bakımından bahsedilmesi gereken bir diğer durum içtima ile ilgili olan hususlardır. Karayolları trafik kanununun 14. maddesi içerisinde yer alan hükümlere göre karayolu yapısı üzerinde trafiği zora sokacak tehlikeye sokacak ya da engel ortaya çıkaracak trafik işaretlerinin görünmelerini engel teşkil edecek ya da zorlaştıracak bir şekilde bir şey koymak, bir şey atmak, bir şey dökmek, bir şey bırakmak ve benzeri hareketler içerisinde bulunmak yasak olmaktadır. Son fıkra hükümleri içerisinde buna aykırı davranan kişi lira para cezası uygulanacağına dair düzenleme söz konusudur. Buradaki para cezası bir idari yaptırım niteliği taşımaktadır. Kabahatler kanununun 15. maddesinin üçüncü fıkrasından kaynaklı olarak şartları meydana gelmiş olması halinde suçun faili konumunda yer alan kişiye yalnızca 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrasından ceza verilecektir. Bununla birlikte 179. maddenin birinci fıkrasına göre tipik hareket mala zarar vermek şeklinde meydana gelmiş ise her iki suç arasında fikri içtima ilişkisinin meydana geldiğini söylememiz mümkün olacaktır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin birinci fıkrası içerisindeki hareketler seçimlik hareket niteliği taşıdığından Bu hareketlerden birden fazlası meydana gelmiş ise suçun etek olacaktır. Ancak böyle bir halde 5237 sayılı Türk ceza kanunun 61. maddesi bakımından temel cezanın belirlenmesi dikkate alınması gerekecektir. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrasında ve 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası içerisinde düzenleme bulmuş olan suç tipine uygun davranışları meydana gelmesi sonucunda ölüm neticesinin ortaya çıkması halinde doktrin içerisinde mevcut olan baskın görüşe göre fikri İçtima kuralları ile hareket edilmesi gerekli olacaktır. Yargıtay uygulaması içerisinde yine böyle bir durum söz konusu dur. Mevcut olan farklı bir görüş içerisinde 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası ile 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası ile taksirle sebep olunan netice arasında ilişki asli ve tali norm kurallarına göre çözümlenmesi gerekli olmaktadır. Tehlike suçu niteliği taşıyan 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesine dair norm zarar suç niteliği taşıyan 85. madde ya da 89. maddenin gerisine çekilmekte ve bunun uygulanması durumu söz konusu olmamaktadır. Bununla birlikte doktorun içerisinde yalnızca tek suç meydana geleceği ile ilgili olarak ve ilk suçtan kaynaklı olarak ceza verileceğine dair görüşleri mevcudiyeti de söz konusudur. Ancak şunu söylemek gerekir ki taksirle yaralama suçunun takibi şikâyete bağlı bir nitelik taşıdığından suçun mağduru konumunda yer alan kişinin şikâyetçi olmaması halinde suçun faili konumunda yer alan kişi yalnızca 179. maddeden dolayı cezalandırıla bilir nitelik taşıyacaktır. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin birinci fıkrası ve ikinci fıkrası bakımından suçun mağduru konumunda yer alan kişi belirli ya da belirlenmesi mümkün olabilir bir kişi olmadığından birden fazla kişinin tehlike içerisinde bırakılması halinde dahi suç tek olmaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından da aynı şekilde bir yorum yapılması gerekli olmaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası trafik güvenliğini tehlikeye sokmak suretiyle başka bir kişinin malına zarar verilmesi halinde bu suçun olası kastın mevcudiyetini ortaya çıkardığı söylenebiliyor ise asli tali norm ilişkisi ortaya çıkacaktır. Öyle ki bir normal açık bir şekilde ya da örtülü olarak sadece farklı bir ceza normun ihlal edilmemiş olması şartıyla uygulama alanı bulması halinde asli tali norm ilişkisi meydana gelecektir. Asli normun mevcut olduğu durumlarda tali normun eyleme uygulanması olası olmamaktadır. Öyle ki tali normu olan 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesi asli normu olan 5237 sayılı Türk ceza kanununun 151. maddesinin gerisine çekilmektedir. Bundan kaynaklı olarak suçun faili konumunda yer alan kişi yalnızca mala zarar verme suçundan dolayı cezalandırılacaktır. Ancak 5237 sayılı Türk ceza kanununun 170. Maddesine dair içtihadın mevcudiyeti ile Yargıtay’ın bu durum ile ilgili olarak fikri içtima kurallarını uygulayacağını söylememiz mümkün nitelik taşımaktadır. Öyle ki 5237 sayılı Türk ceza kanunun 151. maddesi ile korunan hukuksal fayda 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin korudu hukuksal faydaya yalnızca kısmen karşıladığından asli tali norm ilişkisinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Eğer şartlar sağlanıyor ise fikri içtima hükümlerine başvurmak mümkün olacaktır.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunda Yaptırım İle İlgili Olan Hususlar Nelerdir?

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu 5237 sayılı Türk ceza kanunun Üçüncü kısmının topluma karşı suçlar başlığı altında yer alan birinci bölümündeki genel tehlike yaratan suçlar başlığı altında 179. madde içerisinde düzenlenmiştir. 5237 sayılı Türk ceza kanunu bu 179. maddesi içerisinde öngörülmüş olan trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçunun birinci fıkrasında öngörülmüş olan suçun cezası kanun hükümleri içerisinde bir yıldan altı yıla kadar hapis olarak belirtilmiştir. Asliye ceza Mahkemesi görevli nitelik taşımaktadır. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası bakımından soyut cezanın üst sınırı iki yıl hapis gerekli olduğundan yine asliye ceza Mahkemesi görevli nitelik taşımaktadır. Her üç suç tipi bakımından da re sen takip edilir bir nitelik söz konusudur. 5237 sayılı Türk ceza kanununun 179. maddesinin ikinci fıkrası içerisindeki suç tipleri açısından hüküm olacak somut ceza hükmü açıklanmasının geri bırakılması ve erteleme sınırları içerisinde kılacak nitelik taşımaktadır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması 5271 sayılı ceza muhakemesi kanununun 231. Maddesi içerisinde düzenlenmiştir. Erteleme ise 5237 sayılı Türk ceza kanunun 51. maddesi içerisinde düzenlenmiştir. Öyle ki trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu bakımından hükmü açık olmasının geri bırakılması ve erteleme sınırları içerisinde bir değerlendirme söz konusu olacaktır. Bununla birlikte 179. maddenin her üç fıkrası bakımından somut cezanın 49. maddenin ikinci fıkrasından kaynaklı olarak kısa süreli hapis cezası kapsamı içerisinde kalması bir 5237 sayılı Türk ceza kanunun 50. maddesi bakımınca adli para cezasına ya da seçenek yaptırımlara çevrilmesine mümkün olabileceğini söylemek mümkün niteliktedir. Bununla birlikte şunu söylemek gerekir ki bu seçenek yaptırımlardan yalnızca birini seçmek mümkün nitelik taşıdığından hakkındaki hapis cezası adli para cezasına çevrilmiş olan suçun faili konumunda yer alan kişinin ayriyeten bir de 5237 sayılı Türk ceza kanunun 50. maddesinin birinci fıkrasının d bendi gereği belirli süreyle araç kullanmaktan yasaklanması mümkün niteliği taşımamaktadır. Bununla birlikte sanık konumunda yer alan kişi ile ilgili olarak da tayin olunan hapis cezası karşılığı olarak ehliyetinin geri alınmasına dair karar kılınması mümkünken araçtan yararlanmayı engelleyecek şekilde araç ruhsatını da geri alınmasına karar verilmesi de mümkün nitelik taşımaktadır. Bununla birlikte 5237 sayılı Türk ceza kanunun 49. maddesinin birinci fıkrası bakımından 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkrasına giren eylemin cezasının alt sınırı bir ay hapis en sevdiği taşıyacaktır. Bu bakımdan sonuç ceza 30 güne açmaz ise 5237 sayılı Türk ceza kanunun 50. maddesinin üçüncü fıkrasının uygulama alanı bulacağına dikkat edilmesi gerekmektedir. Suçun faili konumunda yer alan kişi daha önce hapis cezasına mahkûm edilmemiş nitelikteyse mahkûmun 30 gün ve daha az süreli hapis cezası birinci fıkra içerisinde yazılı seçenek yaptırımlardan birine çevirmek zorunluluğu taşımaktadır. 5233’e Türk ceza kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrası bakımından suç içerisinde kullanılan eşyanın müsaitleri edilmesinin orantısız sonuçlar doğuracak olmasından kaynaklı olmak suretiyle 54. maddenin üçüncü fıkrası hükmü istinaden bununla başvurulması gerekli olduğu ileri sürülmektedir. Motorlu taşıt aracı için bu görüşün doğru olduğunu söylemekte mümkün olabilmektedir. Öyle ki burada bahsedilmesi gereken bir diğer husus 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesi içerisinde düzenlenen tüm suç tipleri kasıtlı nitelik taşıdığından Tek bir suçun mevcut olduğu halinde uygulama alanı bulabilen 5237 sayılı Türk ceza kanunun 53. maddesinin altıncı fıkrasına göre meslek ya da sınıfın sırasını yasaklanmasına veya ehliyetin geri alınmasına karar verilmeyeceği durumudur. Son bir durum olarak karayolları trafik kanununun 48. maddesinin dokuzuncu fıkrasına göre uyuşturucu ya da Uğurcum atıyorum kullanılıp kullanılmadığı veya alkolün kandaki miktarını tespit etmek amacı ile kolluk tarafından teknik cihazlar kullanılmasını kabul etmeyen sürücüleri idari para cezası verileceği ve sürücü belgesi iki yıl süreyle geri alınacağı düzenlenmiştir. Bununla birlikte ölçümü kabul Edip yasal sınırın üstünde alkollü olan sürücü konumunda yer alan kişinin sürücü belgesi ilk seferinde daha kısa süreli ikinci seferinde aynı süreyle geri alınmadan para cezası da her durumda daha düşük nitelik taşımaktadır. Her hâlükârda karayolları trafik kanununun 48. maddesinin dokuzuncu hükmü bunun amacı kontrolden kaçmak suretiyle yaptırımdan kurtulmaya çalışılmasını Önleme amacıdır. Bu açıdan söz konusu cezanın kullanılmaması istenilen hüküm içerisindeki cezadan daha ağır olması çelişkili bir nitelik taşımaktadır. Bu bakımdan bu düzenlemeye hukukun temel unsurlarından olan ölçülülük ilkesi ne aykırı olduğunu söylemek mümkün niteliktedir.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunda Muhakeme İle İlgili Olarak Bahsedilmesi Gereken Hususlar Nelerdir?

Trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçu 5237 sayılı Türk ceza kanununun üçüncü kısmının topluma karşı suçlar başlığı altındaki birinci bölümünün genel tehlike yaratan suçlar başlığı altında düzenleme bulmuş olan 179. maddesi içerisinde düzenlenmiştir. Bu suç ile ilgili olarak muhakemeden bahsetmemiz mümkündür. Muhakeme hukuku açısından uygulama sorunları esas olarak 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasında karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki burada temel durum alkol oranının belirlenmesi usulü olmaktadır. Uygulama içerisinde 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasından mahkeme çekimi kurulmasını mümkün olabilmesi için illa kan örneği ile alkol düzeyinin saptanması bir şart niteliği taşımamaktadır. Yargıtay’ın bu konuyla ilgili olarak görüşü ise bu yöndedir. Bu bakımdan nefes ölçümü ile tespit edilen verilerin güvenilirliğini şart kılmaktadır. Bu bakımdan böyle bir durumda hata payının yüksek olduğu söylenebilir niteliktedir. Ancak alman kanunu içerisinde böyle bir durumda ceza kanunu ile ilgili olan hükümlere başvurma da mümkün olabilmesi için zorunlu bir şekilde kandaki alkol değerinin saptanması gerekli olmaktadır. Diğer türlü kan testine dair bazı durumlar karayolları trafik kanununun 48. maddesinin ikinci fıkrasında ve karayolları trafik kanununun 48. maddesinin dördüncü fıkrasında düzenleme bulmuştur. Önemli bir değişiklik alkol metre ile ölçüm yapılmasına izin vermeyen kişiden kan örneği alınmasına olanak tanınması durumudur. Böyle bir düzenlemenin mevcudiyetinden daha önce işleminin kabul gitmemesi ile kan testi yaptırmak istediğini belirten kişi hastaneye gittiğinde kendisinden kan alınmasına da izin vermiyorsa doktorlar müdahale edememek TV Buda uyuşmazlıkları ortaya çıkarmak taydı. Karayolları trafik kanununun 48. maddesi içerisinde yapılan değişiklik özel kanunu kümlerini ki alkol muayenesine Kan örneği alınmasına dair hükümler saklıdır şeklinde ceza muhakemesi kanununun 75. maddesinin yedinci fıkrası bakımından destekleniyor olmaktadır. Öyle ki muhatabın rızası olmasa dahi bu hükümler bakımından kanının alınması mümkün olmaktadır. Uygulama içerisinde yaşanan bir sorun trafik kontrolü esnasında söz konusu olan ölçüme itiraz edilmesi halinde yapılan bir ikinci ölçümün yine alkol metre ile yapılıyor olması ve neticelerin birbiriyle uyumlu keşke etmemesidir. Böyle bir durumda yapılan bilimsel çalışmada her iki ölçümün alkol metre ile yapıldığı 95 olgunun 40’ı içerisinde iki ölçüm neticesinin birbiriyle uyumsuz olduğu ortaya çıkmıştır. Böyle bir halde mahkeme tarafından bilirkişi iki ölçümden hangisine itibar edilmesinin gerekli olduğuna ya da aradaki farklılığı sebepleri sorun teşkil etmektedir. Adli tıp kurumu beşinci ihtisas kurulu ölçüm içerisinde söz konusu olan cihazların zamanında ve usulüne uygun bir şekilde kalibrasyonunun yapılıp yapılmadığı ölçüm kuralları ile hareket edilip edilmediği ölçümü ile olay arasında söz konusu olan sürümü kullanılan cihazların teknik özelliklerinin dikkate alınması suretiyle düzenlendiği raporu neticesinde iki cihazdan birisinin daha güvenilir olduğunu ortaya koymuyor ise şüpheden sanık yararlanmaktadır. Öyle ki burada şüpheden sanık yararlanır ilkesi ile hareket edilmesi gerekmektedir. Alkol metre neticesinde itiraz edilmesi halinde kan örneği alınmış olduğunda alkometreye üfle mi anı ile kanın alınması an arasında söz konusu olan süre açısından kan testi sonucuna promil değerinin eklenmesi önem teşkil etmektedir. Bu açıdan harika ölçüm saatinin tutanak ile belirlenmesi önem teşkil eder. Bununla birlikte ayriyeten kan testine gidilmediği hallerde yalnızca tek bir nefes ölçüm yoluyla elde edilmiş olan değerin güvenilirliğinin gerekli usul ve teknikleri titizlikle ele almadığı hallerde tartışma söz konusu olmaktadır. Öyle ki uygulama içerisinde söz konusu olan husus ölçümlerin çok büyük ölçüde alkometreye yapıldığıdır. Bunların da çoğu durumda tek ölçüm şeklinde olduğunu görmekteyiz. Ancak söz konusu olan ölçümlerde yanılma payı yüksek olmaktadır. Fakat karayolları trafik kanununun 48. maddesinin altıncı fıkrasında yapılan ekleme neticesinde bu uygulamanın kanunlaştırıldığını ve gözden kaçırılmaması gerektiğini söylememiz gerekmektedir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası bakımından uyuşturucu madde etkisi meydana geldiğinde Yargıtay görüşlerinde her bir maddenin özelliklerini göre düzenlemelerin uygulama bulmasını gerekli kılacak mutlak sınırlar belirlenmemiştir. Önem teşkil eden durum her somut olay içerisinde ondan maddenin güvenli bir şekilde araç sürme yeteneğini ortadan kaldırmış olduğunun deliller ile kanıtlanması durumudur. Karayolları trafik kanununun 48. maddesinin sekizinci fıkrasına göre uyuşturucu ya da uyarıcı madde aldığı tespit edilen sürücülere idari para cezası verilir mi sürücü belgesi beş yıl süreyle geri alınır. Bu kişiler ile ilgili olarak ayriyeten Türk ceza kanunu hükümlerinin uygulama bulması durumundan bahsetmemiz gerekiyor. Öyle ki kullanılmış olan uyuşturucu doyurucu madde miktarının ne olduğu fark etmeksizin güvenli sürüş yeteneğinin kaybedildiğinin kanuni karine olarak benimseyen kişiler tarafından savunuluyor olmaktadır. Ancak 5237 sayılı Türk ceza kanunu yapılan atıf 5237 sayılı Türk ceza kanunun 191. maddesi bakımından değerlendirilmesi gerekmektedir. Her hâlükârda 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrasının mutlaka uygulanma zorunluluğu olduğunu söylemek doğru olmamaktadır. Çünkü her bakımdan madde kullanımının miktarı ne olursa olsun güvenli sürüş becerisine ortadan kaldırdığını söylemek bilimsel bir söylem olmamaktadır. Öyle ki bir defalık ya da nadir bir şekilde esrar kullanımının araç kullanma yeteneğini bozduğu ispatlanmamıştır. Böyle bir halde her somutunu içerisinde özel bir değerlendirmenin yapılmasının gerektiğinin önem teşkil ettiğini söylemek gerekmektedir. Bunun sebebi alkol oranlarının aksine uyuşturucu doyurucu maddeler açısından her kişi ve her madde bakımından geçerli standart askeri değerler belirlemek bilimsel bakımdan elverişli bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir halde bunlar göz ardı edilerek verilen kararlar şüpheden sanık yararlanır ilkesi ne ihlal teşkil eder nitelik taşımaktadır.

Trafik Güvenliğini Tehlikeye Sokma Suçunun Kanun Hükümlerinde Düzenlenmesinin Önemi Nedir?

Günümüzde trafik kazalarından kaynaklı olarak söz konusu olan yerinde birçok kişi yaşamını yitirmektedir. Bunun için trafik kazaları ile mücadele etmek amacıyla devlet tarafından birçok farklı yola başvurulması gereklilik arz etmektedir. Bu bakımdan karayolu ölümlerinin azaltılması amacına uygun teşkil edecek şekilde iş dünyası sosyal medya ve sivil toplum kuruluşlarının dâhil edilmiş olduğu trafik güvenliği platformu trafik güvenliği bakımından gerekli olan hususların belirlenmesi bunun neticesinde trafik kuralına aykırılık teşkil eden durumlar bakımından toplumun bilgilendirilmesine yönelik çalışmalar meydana getirmektedir. Bu çalışmaları ile birlikte toplum içerisinde farkındalığın meydana gelmesi ve trafik yönetim süreçlerinin içerisine destek sağlanması kapasite ve etkinliğinin artırılması gibi hususlar söz konusu olmaktadır. Bununla birlikte alkol denetimi yapılmış sürücülerin birçoğuna cezai işlem uygulandığı görülmektedir. Bununla birlikte emniyet kemeri takma oranının şehir içerisinde söz konusu oranı Şehir dışında olduğuna göre daha az olmaktadır. Bu oranlardan çıkarılacak sonuca göre duyarlılık ve bilincin artırılması bakımından söz konusu olan çalışmaların önemi yadsınamaz. Bununla birlikte bilimsel araştırmaların verilerine göre cezaların caydırıcılığı kamuoyunun devamlı olarak bilinçlendirilmesi denetimlerde etkinlik sağlanması ve görünürlüğün artması gibi faktörlerin desteklenmesi ile sağlanmaktadır. Öyle ki bir hukuksal faydanın korunmasının sağlanması bu faydanın ihlal edilmesine ceza hukukunun meydana getirdiği yaptırma bağlamak 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesi içerisinde söz konusu olan düzenlemeyle ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte trafik kanunu hükümleri içerisinde öngörülmüş olan idari yaptırımların uygulama bulması bakımından haksızlık içeriğini karşılama bulmayan bazı eylemler, ceza yaptırımı bağlanmak suretiyle trafik güvenliğinin sağlanması için söz konusu olan kamusal faydanın en üst derecede olmasıyla sağlanmak istenmiştir.

Kan filmleri içerisinde söz konusu olan tehlike kavramının tanımlanması zarar kavramının anlaşılıyor olmasına bağlılık teşkil etmektedir. Öyle ki ilk olarak zarar kavramının ne olduğunu bilmekte gerekir. Hukukumuz içerisinde zarar kavramı suçun konusuna da hayır işlenmiş olan eğilimin meydana getirdiği değer kaybı olarak tanımlanmaktadır. Hukuki değerlerin sadece ihlal edilmesinin mümkün olabilecekleri zararı unutulamayacakları sunulmaktadır. Bununla birlikte bize göre zarar kavramı kurulmuş olan hukuki değerin sahibi olan kişinin yani mağdur konumunda yer alan kişinin mevcut olan değerden mahrum bırakılması söz konusu olan değerden faydalanma olanağının ortadan kaldırılması şeklinde tanımlama bulunmaktadır. Nitekim korunmuş olan hukuki faydanın ihlal edilmesinin kan Dökümleri içerisinde öngörülmüş olan aykırılık hususuna göre zarar ya da tehlike şeklinde ortaya çıkabileceğine dair bir sonuca varmak mümkündür.

Tehlike kavramını tanımlaması içerisinde tehlikenin zarar imkânı ve zarar ihtimali olduğuna dair görüşlerin mevcudiyeti düşünmek suretiyle imkân ve ihtimal hususları ile ilgili olarak bir açıklığın meydana getirilmesi önem teşkil etmektedir. İhtimal kavramını, imkânın en fazla derecesi şeklinde kabul görenlere karşı olarak Bu iki kavramın farklı durumları ifade ettiği ve bundan kaynaklı olarak tehlikenin zarar ihtimali şeklinde tanımlanması gerekli olduğu ileri sürülmektedir. Objektif ve sübjektif teorileri yer vermek suretiyle tehlike kavramının mevcudiyetinin kişilerin bilgisinden bu kişilerin bilgisiz oluşlarına göre değişmeyeceği mevcut olup olmadığı bundan kaynaklı olarak sübjektif bir değer yargısı değil de zarar gibi objektif bir durum olduğunu söylemek mümkün niteliktedir. Zarar suçları tehlike suçları farklılığı açısından genel bilgilerin verilmesi suretiyle hırsızlık belgede sahtecilik, uyuşturucu ya da Uğurcum madde imal ile ticareti gibi suç tiplerine örnek olarak verilmesi ile zarar ya da tehlikenin suçun konusu niteliğinde olmadığı korunmuş olan o koku diğer üzerinde meydana geldiğini söylemek mümkün olabilmektedir. Birçok tehlike suçu içerisinde kanun hükümlerinin yaşam sağlık Malvarlığı gibi hukuki değerlerin tehlikeye düşürülmesine aramış olduğunun üstünü çizmek suretiyle bunu söylemek mümkündür. Tehlike suçları Hukukumuzda genel kabule paralel bir şekilde somut tehlike suçları ve soyut tehlike suçları başlığı içerisinde inceleme bulan bir niteliğe sahiptir. Somut tehlike suçları içerisinde belirli bir hukuki değerin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin objektif olarak cezalandırıla bilirlik koşulu değil netice olarak ele alınmasının gerekli olduğunu belirtmek mümkündür. Bununla birlikte çoğunluğun görüşüne karşı tehlikenin netice olmasından kaynaklı olarak icra hareketlerinden sonra meydana geldiği objektif üçüncü kişinin ya da suçun faili konumunda yer alan kişinin bilgisine göre tehlikenin mevcudiyetinin değişmiyor olacağı, tehlikenin objektif bir durum meydana getirdiğinden kaynaklı olarak belirlenmesi hususu gündeme gelmiştir. Bununla birlikte değerlendirme içerisinde zararın meydana gelmiş olmasının tehlikenin de meydana gelmiş olmadığını ortaya çıkardığını söylemek mümkün olamayacaktır. Soyut tehlike suçları içerisinde bu suçlar da tehlikenin suç tipinin bir unsuru olmamaktadır. Bundan kaynaklı olarak bir tehlikenin meydana gelmiş olmasının aranmamasından bahsedebiliriz. Soyut tehlike suçları içerisinde söz konusu olan görüşlere yer verildikten sonra bu suçların cezalandırma sebepleri ne hareketin genel tehlikeliliği olduğuna dair bir sonuca varmak mümkün olabilecektir. 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası içerisinde düzenleme bulmuş olan emniyetli bir şekilde sevk ve idare edilmesi mümkün olmayacak bir durumda araç kullanma suçunun incelenmesine geçilen hususlarda suç ile korunmuş olan hukuki değerin trafiğin dolayısıyla kamu güvenliği olduğu, trafiği katılan kişilerin hayatı, vücut bütünlüğü ve mal varlığının korunmuş olduğunun söylenmesi mümkün niteliktedir. Maddi unsurların değerlendirilmesi içerisinde filin üzerinde meydana gelmesinden kaynaklı olarak suçun konusunun trafik olduğunu söyleyerek kanuni Kümler içerisinde trafik tanımına yer verildiğini ileri sürebiliriz. Suçun faili konumunda yer alan kişinin alkol ya da uyuşturucu madde ya da farklı bir sebeple güvenli şekilde araç kullanamayacak durumda olan sürücü niteliği taşıması halinde ve eyleme kendi başına gerçekleştirmesi gerekli olduğundan söz konusu olan suçun bizzat işlenmesi mümkün olan bir özgü suç olduğu neticesi ne ulaşılmaktadır. Suçun soyut tehlike suç olmasından kaynaklı olarak belli bir mağdur konumunda yer alan kişinin mevcut olmadı mağdur konumunda yer alan kişinin toplumu oluşturan her kişi olduğunu da belirtmek mümkündür. Fiilen süre içerisinde araç kullanmak eylemi göz önünde bulundurulduğunda ilk olarak araç kavramının ne oldu hangilerini bu kapsam içerisinde sayılması mümkün olabileceği yabancı mevzuat uygulaması içerisindeki örneklerin verilmesi ile belirtilmesi daha doğru olacaktır. Bu bakımdan araç kavramının dar yorumlanması ile bebek arabası tekerlekli sandalye gibi ulaşıma aletlerinin 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesi içerisinde söz konusu olan araç sayılmadığına dair bir açıklamada bulunmak mümkündür. Araç kullanmanın tekerleklerin dönmesi suretiyle aracın ilerlemesi ile başlamış oldu bundan kaynaklı olarak sürücü koltuğuna oturmak, kontağı çalıştırmak, el frenini indirmek şeklinde hareketlerin henüz araç kullanmak şeklinde anlaşılmayacağını ileri sürmemiz mümkündür. Bununla birlikte araç kullanmak için aracın yalnızca harekete geçmesini de yeterlilik teşkil etmediğini söyleyebiliriz. Söz konusu aracı kullanan kişinin aracın ilerlemesi bakımından önem teşkil eden teknik donanımına en azından hâkim nitelik taşıması gerekli olmaktadır. Güvenli bir şekilde sevk ve idare edememenin alkol, uyuşturucu ya da farklı bir sebepten kaynaklanmasının mümkün olabileceği, 1,0 promil ve üzerinde alkollü nitelik taşıyan kişiler açısından güvenli araç kullanma yeteneğinin mutlak kaybı bu promilin altında yer alan alkollü nitelik taşıyan kişiler açısından ise güvenli bir şekilde araç kullanma becerisinin nispi bir şekilde getirilmesinin uygulama içerisinde içtihat durumunda olduğu söz konusudur. Uyuşturucu ya da uyarıcı madde ve etkisi ile birlikte bu konu içerisinde yeterli araştırma olmamasından kaynaklı olarak güvenli araç kullanma yeteneğini nispi olarak yitirmeye dair koşulların uygulanmasını gerekli oldu bu kişiler bakımından ileri sürülmüştür. Diğer nedenin kapsamı içerisinde alkol ya da uyuşturucu madde haricinde kişinin güvenli bir şekilde araç kullanma becerisini ortadan kaldıran herhangi bir sebebin girmesine mümkün olabileceği bundan kaynaklı olarak suçun kapsamının oldukça geniş olduğuna dair hususun mevcut olduğundan bahsetmemiz mümkündür. Duyular içerisindeki kayıp ve zayıflamalar, kişilerin algı ve irade yeteneklerini etkileyecek haller tecrübesizlik ve bilgisizlik dahi farklı bir sebep içerisine girmesine mümkün olabileceği ileri sürülmektedir. Bununla birlikte sürücü belgesine sahip olmamanın bazı kişiler tarafından savundu bunun aksine kişinin emniyetli araç kullanamayacak durumda olduğu anlamına gelmediği bununla birlikte kişinin güvenli bir şekilde araç kullanması mümkün olabileceği ileri sürülebilmektedir. Söz konusu olan suçun ancak kasten işlenmesi mümkün olabileceği bundan kaynaklı olarak suçun faili konumunda yer alan kişinin kastının güvenli bir şekilde araç kullanması mümkün olmayacak durumda olduğunu da içerisinde barındırması gerekli olmaktadır. Suçun faili konumunda yer alan kişinin mevcut olmamasına rağmen emniyetli bir şekilde araç kullanılması mümkün olabilecek durumda olduğunun düşünülmesi suretiyle bu konuyla ilgili olarak yanılması durumunda aslında söz konusu olan kişinin emniyetli şekilde araç kullanamama ihtimalini en azından göze almış oldu öyle ki olası kastının mevcut olduğu bundan kaynaklı olarak bu hususun bir hata olarak kabul edilmemesini gerekli olduğu ileri sürülmüştür. İncelenmiş olan suç tepe kamuya karşı işlenmiş olan bir suç niteliği taşıdığından meşru savunma ve ilgili konumunda yer alan kişinin rızası gibi hukuka uygunluk sebeplerinin uygulama bulması mümkün olamayacağı ancak tecrübesizlik farklı neden kapsam içerisinde kabul edilmesinin mümkün olmasından kaynaklı olarak sürücü kursuna giden tecrübesiz kişiler açısından suç oluşmasına rağmen bu kişilere verilmiş olan K sınıfı sürücü aday belgesinin hukuka uygunluk sebebini meydana getirebileceğini belirtmek mümkündür.

Suç tipinin alkol ya da uyuşturucu madde etkisi içerisinde olmayı içinde barındırmasından kaynaklı olarak 5237 sayılı Türk ceza kanunun 34. maddesi içerisindeki düzenlemeye değinmek gerekli olmaktadır. Alman uygulaması içerisinde bir düzenleme olmamasından kaynaklı olarak sebebinde serbest hareketin gündeme gelmiş olduğu ancak Türk hukuku içerisinde 5237 sayılı Türk ceza kanunu içerisinde açıkça 34. madde söz konusu olması nedeniyle bu maddenin uygulama alanı bulacağından ileri sürmek mümkündür. Koşulları meydana geldiği halde zorunluluk halinde kusurlu ortadan kaldıran bir seni bularak uygulama bulabileceğini belirtmek mümkündür. İncelenmiş olan suç tipinin sırf hareket suçu olmasından kaynaklı olarak teşebbüse elverişli olmadığı savunma olsa bile icra hareketlerinin başlangıcı ile tamamlanıyor olması arasında bir husus olduğu takdirde teşebbüs hükümlerinin meydana gelebileceğini söylemek mümkündür. Bizzat işlenmesi mümkün olabilen bir suç olmasından kaynaklı olarak emniyetli bir şekilde sevk ve idare edilmesi mümkün olmayacak durumda araç kullanma suçunun dolaylı failliğin mümkün olmadığını söylemek mümkündür. Müşterek failin ise sadece aracı bizzat kullanmış olan diğer kişi açısından mümkün olabileceği ileri sürülmüştür. Öyle ki birden fazla kişi tarafından kullanılması mümkün nitelik taşıyan araçlar da koşulları sağlayan kişiler açısından müşterek failin mümkün olmasının söz konusu olabileceği bunun haricindeki kişilerin ise sadece azmettiren ya da yardım eden şeklinde suça iştirak etmesi mümkün olabileceği ileri sürülmüştür. Suçların içtima içerisinde sırasıyla görünüşte içtima zincirleme suç aynı neviden fikri içtima farklı neviden fikri içtima ve gerçek İçtima hususlarının mevcudiyeti söz konusudur. Bu hususlar 5237 sayılı Türk ceza kanunun 179. maddesinin üçüncü fıkrası içerisindeki suçun aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiş olan suça nazaran talibi nitelik taşımasından kaynaklı olarak ikisi arasında görünüşte içtima kurallarının meydana geleceğini söylemek mümkün olabilecektir. Zincirleme suçu kümlerini uygulama alanı bulması mümkün olabilmesi bakımından suçun faili konumunda yer alan kişinin baştan birden fazla suç işleme kararının olmasını gerekli oldu birden fazla suç işlemesini ise mütemadi suç olması nedeniyle ancak Kemali’nin kesilmesi durumunda mümkün olabileceği açıklama bulunmaktadır. Aynı neviden fikri içtima hükmün düzenlenmiş olduğu fıkra içerisinde aynı maddeden birinci fıkrasına yapmış olduğu atıftan yola çıkarak mağdur konumunda yer alan kişiye belirli bir kişi olmayan suçlar açısından da aynı beden fikri içtimaının uygulama bulmasının mümkün olabileceği hususunu İleri sürmek mümkündür. Bahsetmiş olduğumuz suç ile birlikte bir zarar sonucunun meydana gelmesi durumunda ise farklı neviden fikri içtima hükümlerinin mi yoksa görünüşte içtima hükümlerinin mi uygulama bulacağına dair Hukukumuzda mevcut görüşlerin söz konusu olmasından sonra asli-tali norm ile ilgili olan hususların uygulama bulması bakımından her iki suçun korunan hukuki değerlerinin örtüşmesinin gerekli olduğu ancak bu halde görünüşte içtimadan bahsedilmesinin mümkün olabileceğini söylemek mümkündür. Bunun aksi halinde fikri içtima kurallarının söz konusu olmasının gerekli olduğunu söylememiz mümkündür. İncelenmiş olan suçun aynı zamanda kabahat teşkil etmesinden kaynaklı olarak kabahatler kanunu hükümleri içerisinde kural olarak görünüşte içtima hükümlerinin uygulama bulması gerekli olurken karayolları trafik kanunu hükümlerinin 48. maddesinin beşinci fıkrası ve 48. maddesinin sekizinci fıkrası içerisinde mevcut olan özel içtima hükmü gereği gerçek içtima hükümlerinin uygulanması Gerektiğini söylemek mümkündür. Bir kişinin kan alkol yoğunluğunun saptanması için karayolları trafik kanunu hükümlerinin 48. maddesi içerisinde kolay verilen yetki gereği teknik cihazlar kullanılması suretiyle ceza muhakemesi kanununun 75. maddesi içerisinde düzenleme bulan vücuttan örnek alınması koruma tedbirinin uygulanabileceği belirtilmektedir. Teknik cihaz kullanılmasının kral olmasından kaynaklı olarak ölçümün alkol metre ismi verilmiş olan cihazlar ile nefes vermek suretiyle alkol ölçülerek yapılması gerekli olmaktadır. Kan içerisinde alkol ölçümünün yapılmasının mümkün olmasını Gerekli kılan durumların karayolları trafik kanunu hükümleri içerisinde 48. maddede sayılmış olan durumlar ile sınırlı olduğu ileri sürülmüş tür. Nefesten yapılan alkol ölçümünde her halükarda güvenli sonuçlar vermiyor olmasından kaynaklı olarak güvenli araç kullanma yeteneğinin mutlak kaybına karar verirken Bu ölçümün esas alınmasının sağlıklı olmadığı sağlıklı bir kararın mevcut olması bakımından kandan ölçüm yapılmasının gerekli olduğu ileri sürülmektedir.

Tensip Zaptı Hazırlandı Ne Demek?

Tensip zaptının bir diğer ismi tensip tutanağıdır. Tensip zaptı davanın açılmış olduğu mahkemenin yapacağı ilk duruşmadan daha önce duruşmaya kadar yapılacak iş ve işlemlerin saptanması için tuttuğu bir tutanak olarak karşımıza çıkmaktadır. Tensip zaptı davanın açılmış olduğu mahkemenin hâkimi tarafından hazırlanması gerekir. Öyle ki tensip zaptı davanın açılmış olduğu mahkemenin hâkimi tarafından mahkeme tarafından yapılacak ilk duruşmadan önce duruşmaya kadar yapılacak olan iş ve işlemleri saptamak amacıyla tutulan bir tutanaktır.

Continue reading “Tensip Zaptı Hazırlandı Ne Demek?”

Tefecilik Suçu ve Cezası

Tefecilik Suçu Nedir?

5237 sayılı Türk ceza kanunu 241. maddesinde tefecilik suçu düzenlenmiştir. Kazanç elde etmek amacıyla bir başkasına ödünç para veren kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis ve 500 günden 5000 güne kadar adli para cezasına çarptırılır. Söz konusu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi durumunda verilecek olan ceza bir kat artırılır.

Sözlük anlamıyla tefecilik el altından yüksek faiz ile ödünç para verilmesi, faizcilik, murabahacılık olarak tanımlanır. Eski Türk ceza kanunu olan 765 sayılı Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde tefecilik suçunu yer verilmemiştir. Hukukumuzda tefeciliğin suç olduğu ilk olarak 1933 tarihli 2279 sayılı ödünç para verme işleri kanunu ile anlaşılmıştır.

2279 sayılı kanunun 17. maddesi içerisinde düzenlendiği üzere tefecilik eden kişiler bir aydan bir seneye kadar hapsi ve 500 TL’den 10.000 TL’ye kadar ağır para cezasına mahkûm edilir. Bununla birlikte iki seneden beşine kadar ama hizmetlerinden memnuniyetlerine karar kılınır. Söz konusu cezalar tescil edilemezler. Bu madde içerisinde tefecilik hususu kanunun birinci maddesinde belirtildiği gibi ilgili mevzuatlara göre yetkili kılınmış olan kuruluşların haricinde faizden para kazanmak amacıyla ödünç para verme işlemleri ile uğraşılması bir gereklilik teşkil eden ruhsatı almadan menkul kıymetlerin satışına dair aracılık niteliği taşıması olarak tanımlanmıştır. 1983 yılında yürürlüğe konulmuş olan 1983 tarihli ve 90 numaralı ödünç para verme işleri hakkında kanun hükmünde kararname ile 1933 tarihli ve 2279 sayılı kanun yürürlükten kaldırılmıştır. Fakat tefecilik suçunun tanımlanmış olduğu 15. maddenin kanun hükmünde kararnamenin kanunlaşması ile birlikte yürürlüğe gireceği bu tarihe kadar 2279 sayılı kanunun cezai yaptırımını düzenlemiş olan 17. maddesinin yürürlüğe ürünün sürdürüleceği belirtilmiştir. Bu kanun hükmünde kararnamenin kanunlaşmamasından dolayı 2279 sayılı kanunun 17. maddesi, 5237 sayılı Türk ceza kanunun 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmesine kadar uygulama bulmuştur.

1 Haziran 2005 tarihinde 5230 Türk ceza kanunu yürürlüğe girmiştir. Kanun koyucu tefecilik suçunu bu kanun 241. maddesi içerisinde düzenlemiştir. Söz konusu düzenleme sonradan yürürlüğe giren kanundan kaynaklı olarak 2279 sayılı kanunun 17. maddesinin yürürlükten kaldırmıştır. Öyle ki mevcut kanuni düzenleme içerisindeki hükümlere göre tefecilik kazanç elde etmek amacıyla bir başkasına boş vermek olarak kabul görmektedir.

Tefecilik Suçu ile Korunan Hukuki Değer Nedir?

Tefecilik suçu 5237 sayılı Türk ceza kanunun ikinci kitabının topluma karşı suçlar başlıklı üçüncü kısmını ekonomi, Sanayi ve ticaret ilişkin suçlar başlıklı dokuzuncu bölümünde yer almaktadır. Tefecilik suçun düzenlenmiş olduğu yer göz önünde bulundurulduğunda kanun koyucunun bu suçu kaleme almak suretiyle korumak istediği hukuki değer, ekonomik düzenin işleyişine ve güvenliğinin sağlanması oldu söylenebilir. Bununla birlikte ekonominin istikrar için faiz politikalarının devletler tarafından belirlenmesi ve sürecin sadece devletin kontrolünde olması gereklilik teşkil etmektedir. Aksi durumda tefeciliğin yaygınlaşması, ekonomik sistemde devlet politikalarını uygun olmayan faiz oranlarının meydana gelmesine neden olacak ve söz konusu durum devletin ekonomik istikrarının korunmasının önüne geçecektir. Tefecilik düşünen bir bakımdan toplumun çıkarlarını ve ekonomik düzeni korumanın yanında biriyle koruduğunu söylemek gerekir. Öyle ki devletin vermiş olduğu kuruluşlar aracılığı ile devletin belirlemiş olduğu faiz oranları üzerinden ödünç para alma olanağı söz konusudur. Fakat bu kurum ve kuruluşlar ödünç para verdikleri sırada bireyin geçmişten o güne kadar olan ekonomik durumunu değerlendirmenin yanı sıra bunun neticesinde kredinin kısmen ya da tamamen verilmesine veya verilmemesine karar kılmaktadır.

Bir kişinin bir şekilde içinde bulunmuş olduğu zor durumdan faydalanmak suretiyle yüksek faizli ödünç para verilmesi, bireyin içerisinden çıkması mümkün olmayacak derinlikte ekonomik zorla düşmesine neden olabilmektedir. Böylece içinde bulunmuş olduğu çaresizliğin kullanılması suretiyle faiz ile ödünç para verilmesi ve kişinin çıkmaza sokulmasını da engelleniyor olması gereklilik teşkil eder. Bu yüzden tefecilik suç ile korunmak istenen hukuku değerlerden bir diğeri bireysel çıkarlardır. Burada altını çizmek gerekir ki tefecilik suçunun kandil günlerinde düzenlenmiş olduğu yerin, topluma karşı suçlar başlıklı kısım olmasından kaynaklı olarak kanun koyucunun suç açısından korumak istediği asıl hukuku değerini serbest rekabet işleyişi ve ekonomik hayatın güvenilirliği, bireyin çıkarlarının korunması amacının ikinci nitelikte olduğunu ileri sürülmesidir.

Tefecilik Suçunun Maddi Unsurları Nelerdir?

Suçun Konusu

Kanun hükümleri içerisinde kazanç elde etmek amacı ile bir başkasına borç vermek olarak ifade edilen tefecilik suçunun konusunu para oluşturmaktadır. Para sözlük içerisinde denetçi bastırılmış ulan üzerine değeri yazılı kâğıt ya da metalden ödeme aracı olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte malların değiştirilmesini aracılık eden genel eşdeğer anlamlarını da taşımaktaysa da paranın anlaşılmış tek bir tanımının olmadığını ileri sürülmektedir. Bunun yanı sıra doktor içerisinde paranın genel tanımı, belirli bir mal ya da hizmetin bedelinin ya da borçların ödenmesinde kullanmış onu ama genel olarak kabul gören en yaygın araç olarak ifade edilir.

Paranın fonksiyonlara genel kabul edilmiş görüşe göre dört tanedir. Bunların birincisi mal ve hizmetlerin satın alınmasında bir değişim aracı olmasıdır. Tarihte ilk olarak trampa şeklinde ifade edilmiş olan ve malın mal ile değiştiririz şeklinde bir form niteliği taşırmışsa da, paranın devreye girmesiyle mallarına el değiştirmesi kolay hale getirilmiştir. Paranın ikinci fonksiyonu, hesap ve değer birimi olmasıdır. Bu husus meydana gelen mal ve hizmetlerin değerlerinin para ile ölçülmesi olarak anlaşılmakta mal ve hizmetlerin belirli bir birim karşılığı paraya ise fiyat denilmektedir. Mal ve hizmetlerin para ile ölçülmesine mümkün olmasa bireyin satın almak istemiş olduğu mal ya da hizmetin muadilleri ile karşılaştırma imkânı da meydana getirmektedir. Bu husus paranın bugün kabul görmüş olan ödeme aracı olmasında büyük bir öneme sahip olmaktadır. Paranın üçüncü fonksiyonu, tasarruf aracı olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre bireylerin parayı tasarruf aracı olarak kullanmasının en önem teşkil eden nedeni paranın kendisinin bir ödeme niteliği taşıması ve paranın kullanılması için bir başka şeyi dönüştürülmesini gereklilik taşımamasıdır. Paranın son fonksiyonu iktisat politikası aracı niteliği taşımasıdır. Öyle ki devletler, para arzı ve faiz oranının kontrolünün sağlanmasıyla iktisat politikalarını meydana getirmektedirler.

Paranın şimdiki haline gelmesine kadar birçok farklı forma bürünmüş, gelişerek ve değişmek suretiyle bugüne kadar gelmiş olmasından bahsedebiliriz. Bugün bile gelişen teknolojinin yanı sıra para değişimine ve gelişimi devam ediyor olmaktadır. Öyle ki para malların değişimi şeklinde başlayan süreçte, bir emtia olarak deniz kabuğu, fildişi gibi farklı formlara bürünmüş nitelik taşımış altın ve gümüş gibi paralar genel olarak kullanıma tabi olmuş devamında altın ve gümüş yerine geçen ve karşılığı altın olarak banknotlara dönmüştür. Sonraki süreçte kullanılan altın karşılığı niteliği taşımayan banknotlar ve madeni paralar söz konusu olmuştur. Böylelikle gelinen noktada fiziksel para yerine, merkezi bankalar tarafından basılmış olan ve devletleri ait nitelik taşıyan para birimlerin temsil eden kaydı paralara dönüş ortaya çıkmıştır. Günümüzde küresel finans sisteminde piyasadaki paraların çok az bir kısmı fiziksel para niteliği taşıyorken geri kalan büyük kısmı kaydı para şeklindedir. Dijital ortam içerisindeki paranın kullanımı da artmıştır. Dijital ortamdaki paranın kullanımının artışının günümüzdeki seviyeye gelmesi paranın kullanımının kaybolacağına dair görüşleri meydana getirmektedir.

Öyle ki paranın fiziksel veya dijital olmasının bir önemi mevcut değildir. Tefecilik suçu açısından ister fiziksel isterse dijital formda verirsin suçu meydana geleceğinin kabul görülmesi gerekli teşkil eder. Bu bakımdan önemli olan husus para ister dijital ister titizlikten şekilde olsun arkasında bir devlet gücü ve güvencesi mevcut olan Türk Lirası, Euro, ABD Doları ve benzeri nitelik taşıyan para birimlerinden olması gereklilik teşkil eder.

Böylece kanunda mevcut olan düzenlemede Türk parası ya da yabancı para ayrımının yapılmamasından kaynaklı olarak tefecilik suçunun konusunu meydana getiren para, Türk Lirası, ABD Doları, Euro ya da herhangi bir yabancı para birimi şeklinde karşımıza çıkabilir. Teknolojinin hızlı bir şekilde gelişmesi ve değişmesi ile karşımıza şifreli mi şeklinde sana paranın bir hali olan kripto para kavramı ortaya çıkmıştır. Üzerinde durulması gerekli teşkil eden Bitcoin başta olmak üzere kripto paraların hukuki özelliklerinin saptanması ve bunlar ile ilgili olarak tefecilik suçunun meydana gelip geçmeyeceğinde üzerinde durulması gerekli teşkil eder. Kripto paraların içerisinde para ifadesi söz konusu olsa da Avrupa Merkez Bankası Bitcoin gibi para birimlerine, ekonomik anlamda para niteliği olarak kabul etmemektedir. Amerika Birleşik Devletleri içerisinde kripto paraların hukuk özelliklerinin emtia olduğu kabul görülmektedir. Öyle ki 2015 yılı itibari ile Amerika Birleşik Devletleri emtia vadeli işlemler Komisyonu Bitcoin ve diğer kripto paraların emtia olduğunu kabul ediyor olmaktadır. Bunun yanı sıra 2018 yılında bir yargılamaya konu olan kripto para kara içerisinde emtia olarak kabul görmüştür. Yine bununla aynı şekilde Kanada maniye dairesi, kripto paraları emtia olarak nitelendirmektedir. Kripto paraların kullanılması yoluyla yapılan ödeme eylemine takas olarak kabul görmektedir.

Bizim Hukukumuzda Bitcoin ya da diğer kripto paraların kullanılmasını yasal olmayan hale getiren ya da bu sistemi tanımış olan veya kullanılmasını onaylayan herhangi bir yasal düzenleme mecburiyet söz konusu değildir. Bu açıdan Bitcoin ya da diğer kripto paraların hukuki nitelikleri bakımından bir belirginlik olduğundan bahsetmemiz mümkün değildir. Bankacılık düzenleme ve denetleme kurumu Bitcoine ilişkin yapmış olduğu tek değerlendirme 25 Kasım 2013 tarihli basın açıklaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Basın açıklaması içerisinde herhangi bir resmi ya da özel konuş tarafından ihraç edilmesi mümkün olmayan ve karşılığı için güvence verilmemiş olan bir sanal para birimi olarak bilinen Bitcoin, mevcut yapısı ve işleyişi itibari ile kanun kapsamında elektronik para olarak değerlendirilememekte ve bundan kaynaklı olarak kanun çerçevesinde gözetim ve denetim mümkün görülmemektedir denilmek suretiyle Bitcoin sanal para niteliği taşıdığını fakat elektronik para olarak kabul görülmesinin mümkün olmayacağını ileri sürmüştür. Fakat paranın gelişimi ile ilgili süreç dikkate alındığında Bitcoin ve diğer kripto paralar para olarak kabul edilmeseler dahi gelecekte para özelliğine sahip olma olasılıkları mevcuttur. Öyle ki ilk olarak 2018 yılında marshall adaları, Sovareign adlı kripto para resmi bir şekilde para olarak tanımlamıştır. Cumhurbaşkanlığı strateji ve bütçe Başkanlığı tarafından 2019 yılında temmuz ayında yayınlanmış olan 11. kalkınma planının içerisinde ilerde ikimiz içerisinde bir takım gelişmeler yaşanacağı belirtilmiştir.

Amazon Starbucks gibi firmalar da Bitcoin ile ödeme almaya başlamıştır. Bu durum kripto paraların mevcut yeri bakımından önemli olmaktadır.

Ancak şunu söylemek gerekir ki şu anda para olarak kabul görmeyen Bitcoin ve diğer kripto paralar tefecilik suçunun konusunu meydana getirmeyecektir. Öyle ki bir kişinin kazanç sağlamak amacıyla bir Bitcoine bir başka kişiye altı ay sonra fazla bir Bitcoin olarak geri vermesi koşuluyla ödünç vermesi durumunda tefecilik suçunu meydana geldiğinden bahsetmemiz mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte kanun hükümleri içerisinde açık bir şekilde para kavramının tercih ediliyor olması nedeniyle paranın haricinde kalan altın, gümüş ve benzeri değerli madenler taşınır ve taşınmaz mallar tefecilik suçunun konusunu meydana getirmeyecektir. Öyle ki belirli bir kazanç elde etmek amacıyla ödünç verilmiş olan altın bilezik, kolye, araba, gayrimenkul tefecilik suçunu ortaya çıkarmayacaktır. Kanun kimleri içerisinde açık bir şekilde para kavramı kullanmış olmasına rağmen doktorun içerisinde farklı bir görüş 5237 sayılı Türk ceza kanununun 198. maddesi içerisinde mevcut olan değerlerin de tefecilik suçunun konusunu meydana getireceğini ileri sürmektedir. Bu görüş içerisinde 5237 sayılı Türk ceza kanunu 198’inci maddesi içerisinde mevcut olan devlet tarafından ihraç edilip de hamiline yazılı bunlar, hisse senetleri, tahliller ve Kuponlar yetkili kurumlarca çıkarılıp kanunen tedavi eden senetler, tahliller ve evrak ile milli ziynet altınları, para hükmünde olmaktadır. Buna göre kanun hükümlerinde açık bir şekilde para kavramı kullanmış olması durumuna rağmen söz konusu görüş buradan kaynaklanmaktadır.

Böyle bir düzenlemeye konu teşkil eden madde metin içerisinde ifade edilmiş olan değerler para niteliği taşımasalardı paraya eşit kabul görülmektedirler. Bu bakımdan sorulacak soru ceza kanunun özel hükümleri içerisinde düzenlenmiş olan ve sadece parada sahtecilik suçu ile bağlantılı bir şekilde kaleme alınmış olan düzenlemenin 241. madde içerisinde yaralan tefecilik suçu açısından geçerli olup olmayacağı ile ilgilidir. Söz konusu değerlerin tefecilik suçunun konusu olması gerektiğini ileri süren görüş içerisinde her ne kadar bu düzenleme özel hükümler içerisinde belirli bir suç açısından ortaya konulmuş olsa da para kavramının anlamını ve kapsamının saptanmasında yardımcı olacağı ileri sürülmektedir. Böylece söz konusu görüşe göre 5237 sayılı Türk ceza kanununun 198. maddesi hükmü içerisinde mevcut olan para hükmünde sayılacağından tefecilik suçunun konusunu meydana getirebilecektir. Bu açıdan milli ziynet altınlarının ya da maddemesin içerisinde mevcut olan diğer değerlerin kazanç elde etmek amacıyla bir başka kişiye ödünç verilmesinin tefecilik suçunu meydana getireceği kabul görülmektedir.

Öyle ki tefecilik suçu açısından paranın haricinde yer alan bir ekonomik değerin kazanç elde etmek amacıyla ödünç verilmesi durumunda tefecilik suçu ortaya çıkmayacaktır. Aksi bir durumun kabulü suçla ve cezada kanunilik ilkesine aykırılık teşkil edecektir. Ortaya konulmuş olan görüş açısından para kavramının geniş bir şekilde yorumlanıyor olması neticesi 198. madde hükmü içerisinde mevcut olan değerlerin tefecilik suçunu meydana getirdiği ileri sürülmektedir. Burada şunun üzerinde durulması gerekir ki doktorun içerisinde mevcut olan bu yorum kıyasa neden olmaktadır. Öyle ki 5237 sayılı Türk ceza kanunun özel günleri içerisinde mevcut öneme sadece parada sahtecilik suçu açısından özel bir hüküm niteliği taşıyan 198. maddenin diğer suç tipleri açısından uygulanması kanunilik ilkesinin geçerlilik teşkil ettiği bir sistemde doğru olmayacaktır. Böyle yasa kanun koyucunun para kavramının tefecilik suçu açısından 5237 sayılı Türk ceza kanununun 198. maddesi içerisindeki geniş şekliyle kabul etmesi durumunda 5237 sayılı Türk ceza kanununun 241. maddesi içerisinde buna benzer bir düzenleme yapması gereklilik teşkil eder. Yalnızca parada sahtecilik açısından öngörülmüş olan bu düzenlemenin tefecilik açısından da geçerli olduğunu kabul edilmesi kıyas niteliği taşımaktadır. Kıyas ise bilinmiş olduğu üzere hukukumuz içerisinde yasak olup bu şekilde bir yorum faaliyetinin yapılması kanunilik ilkesine aykırılık teşkil edecektir.

Fail

5237 sayılı Türk ceza kanunu içerisinde tefecilik suçunu tanımında faile ilişkin olarak özel bir vasıftan açık bir şekilde söz edilmemiştir. Bu yüzden tefecilik yapan her kişi bu suçun faili konumunda yer alan kişi olabilmektedir. Doktrin içerisinde tefecilik ilişkisine bir tarafta ödünç para veren diğer tarafta ise bunu alan iki kişinin mevcut olduğu düşüncesinden hareketle bu suçun çok faili bir suç tipi olduğu fakat benimsenmiş olan suç Siyaseti gereğince yalnızca ödünç para veren aktif suçun faili konumunda yer alan kişinin cezalandırıldığı ileri sürülmektedir. İçinde bulunmuş olduğu ekonomik zorluklar sebebi ile olan kredi ilişkisine göre oldukça olumsuz koşullarda borç almak zorunda olan ve ekonomik bir şekilde sömürülen kişinin hukuka aykırı bir zeminde mevcut olduğu ve tefecilik suçu ile korunan o koku değeri zarar verdiği söylenmesi mümkün olamayacaktır. Tefecilik ilişkisi içerisinde pasif al konumunda yer alan kişi olarak kabul edilmesi isabetli nitelikte olmamaktadır. Suç bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesi içerisinde işlenmiş nitelikte ise tüzel kişi suçun faili konumunda olmayacaktır. Bunun sebebi 5237 sayılı Türk ceza kanunun 20. maddesinde kaynaklanmaktadır. Tüzel kişilere bundan kaynaklı olarak para cezası da verilemez. Fakat diğer koşulların mevcut olması durumunda tüzel kişilere özgü güvenlik tedbirlerinin uygulanacağından bahsetmemiz mümkündür.

Mağdur

5237 sayılı Türk ceza kanunu hükümleri içerisinde düzenlenmiş olan tefecilik suçunun geniş anlamda mağduru konumunda yerin un kişi ticari yaşamındaki öneminin normal koşulları çerçevesinde işlenmesinde faydası olan her kişidir. Suçun doğrudan mağduru konumunda yer alan kişi faiz karşılığı borçlu olan ya da almak zorunda kalan kişi olarak karşımıza çıkar. Tefecilik ilişkisi içerisinde ödünç para alan kişinin suçun faili niteliğinde olan kişi ve dolayısıyla suç olup olamayacağı yönündeki görüşe iştirak etmek mümkün olmayacaktır. Öyle ki suçun faili konumunda yer alan kişinin vermiş olduğu üç parayı alan kişi iradi bir şekilde bu eylemin bir tarafı olmaktadır. Ancak buna içinde bulunmuş olduğum mali nedenler sebebiyle katlanmaktadır. Böylece söz konusu suçun doğrudan mağduru bahsettiğimiz şekilde sebeplerle normal kredi ya da finans kurumlarından para temin edemeyen ve bu sebeple genellikle yüksek faiz ile ve ekonomik açıdan olumsuz koşullarda ödünç paralan gerçek anlamda zarar gören kişi olmaktadır. Kanun koyucu izlemiş olduğu suç politikası nedeniyle ödünç para alan kişi cezalandırılmadığına göre söz konusu kişinin mağdur olarak kabul edilmesi açıktır. Tüzel kişilerin suçun mağduru konumunda yorulan kişi olmasına mümkün olmaması nedeniyle devlet suçun mağduru niteliği taşıyamaz. Fakat tefecilik eylemi sebebiyle vergi kaybına uğraması finans sisteminin bozulması zarar görmesi ya da böyle bir tehlikeye maruz kalması halinde suçtan zarar gören konumunda olmaktadır. Yargıtay son zamanlarda söz konusu uygulamalarında faiz ile boş alan kişiye suçun mağduru olarak kabul görmekte ise de bazı kararlar içerisinde söz konusu kişilere suçtan zarar gören olarak kabul etmektedir.

Fiil

5237 sayılı Türk ceza kanunun tefecilik suçunu düzenleyen maddesinde suç unsuru olarak yer alan eylem kazanç elde etmek amacı ile başkasının ödünç para vermektir. Genel bakımdan ödünç verme belirli bir süre sonra geri ödemek koşuluyla bir başkasına para ya da mal verme olarak karşımıza çıkar. Veyahut geri alınmak ve belirli bir süre için verilmek istenen ödünç para niteliklerini taşır. Söz konusu suç bakımından tipik olan eylem maddi kazanç elde etmek amacı ile belirli bir vadeye bağlı olarak bir miktar paranın verilmesidir. Fakat maddi hüküm içerisindeki tanım ile ödünç para vermenin sözlük anlamı tefecilik suçunu meydana gelmesine vücut vermeye elverişli olmamaktadır. Çünkü burada cezalandırılmak istenen eylem yalnızca ödünç para verme değildir. Burada söz konusu durum tefecilik yapmaktır. Söz konusu halde tipik bir eksik ceza normu niteliği taşıyan bu suçun meydana gelmesi için tefecilik şeklindeki madde başlığı değerlendirilerek ödünç para verme hakkında iş ve işlemler içerisinde tefecilik eylemini tanımlayan ve sınırlayan 90 sayılı kanun hükmünde kararnamenin göz önünde bulundurulması gerekir. Bununla birlikte 6098 sayılı Türk Borçlar kanununda göz önünde bulundurulması gereklilik teşkil eder. Tefecilik suçuna baktığımızda kelime olarak Tefecinin işi, faizcilik Niteliği taşıyan aracı kurumların haricinde yer alan kişiler tarafından yasal faiz oranının üzerinde bir faiz oranında boş verme olarak tanımlanmış olan Tefecinin bağlayıcı tanımı 90 sayılı kanun hükmünde kararname de yapılmıştır. Öyle ki söz konusu kanuni günde kararname hükümlerine göre devamlı ve mutat Meslek durumunda faiz ya da farklı isimlerle bir ivaz karşılığı ya da ipotek almak yolu ile ödünç para verme işleriyle uğraşan ya da ödünç para verme işlerine aracılık da bulunan ve kendilerinin faaliyet izni verilmiş olan gerçek kişilerin faaliyeti İkrazatçılık yapmak üzere izin alınma durumu söz konusu olmadan faizi da her ne isimli olursa olsun bir ivaz karşılığı ya da ipotek almak suretiyle ödünç para verme işlemlerinin yapılması ya da bu işlerin meslek olarak edinilmesi ve kanun hükmünde kararname yarınki alınmış olan irkazatıcılık izni iptal edildiği durumda ödünç para verme işlerine devam edilmesi ise tefecilik olarak nitelendirilmeye tabi tutulmuştur. Burada belirtilmesi gereken durum tefeciliğin bu teknik anlamı 90 sayılı kanun hükmünde kararnamenin yürürlükte olduğu tarihe kadar bağlayıcı nitelik taşıdığı gibi bir terim olarak hukukumuz içerisinde mevcut olduğundan bu tarihten sonuçların eylemler bakımından da geçerlilik teşkil etmektedir. Tefeciliğin açıklanmış olan tanımla içeri değerlendirildiğinde suç tanımında mevcut olmasa da ihtiyati nitelikte bir suç olup oluşumu için faili tarafından meslek edilmesi zorunluluk teşkil etmektedir. Öyle ki bir işin meslek olarak edilmesinden bahsedilmenin mümkün olabilmesi için bir kişi birçok kez ya da birden fazla kişiye sürekli şekilde ödünç para verilmiş olması zorunluluk teşkil eder. Amacı ne olursa olsun bir kişiye yalnızca bir kez ödünç para vermenin bu suçu meydana getirdiğinden bahsetmek mümkün olmaz. Yargıtay’ın vermiş olduğu kararlarda kazanç elde etmek amacının ispati içerisinde suçu meydana gelmesini engelleyen ek bir unsur olarak arada gerçek ya da olan bir ticari alışverişini söz konusu olması ya da yakın akrabalık ilişkisi gibi hususlar sustuğum içerisindeki belirsizliği gidermeye ve sınırlarının daraltmaya dair pratik faydaları olan fakat hukuki dayanağı söz konusu olmayan argümanlar Olarak karşımıza çıkar. Çünkü tefecilik suçunun kenar başlığı ile birlikte yasal tanımı ilgili mevzuat hükümleri içerisindeki düzenlemeler ve gerekse tefecilik terim olarak anlamı değerlendirildiğini suçu meydana gelmesi için aranması gerekli kazanç elde etmek için, belirli bir vadeye bağlı olarak, fahiş orandaki bir faizle ve sistematik şekilde borç vermek olarak karşımıza çıkmaktadır. Suçun yorumlanması ve uygulanmasında bu unsurların değerlendirmemesi halinde ticari nitelik köşesini taşımasın günlük yaşamda iki kişi arasında mevcut olan bir para alışverişi bile suç kapsamı içerisinde olabilmektedir.

Taksir ile Yaralama Suçu ve Cezası

Kusur Kavramı Nedir?

Suç genel teorisi kısaca suçun ne olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Yani bununla demek istenen suçun zorunlu unsurlarını, suçun diğer hukuka aykırı fiillerden farkını ve suçu ağırlaştıran ya da hafifleştiren sebepleri ele alarak irdelemektedir. Tipe uygun ve hukuka aykırı bir fiilin yapılmış olması failin sorumluluğu için ne yazık ki yeterli değildir. Failin bahsi geçmekte olan eylemi gerçekleştirirken kusurlu olması da gerekmektedir. Kusura dayanan sorumluluk anlayışı ile bağdaşmayan objektif sorumluluk bazı hukuk sistemlerinde varlığını sürdürmek ile birlikte 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu ise belirtmiş olduğumuz bu sorumluluk anlayışından günümüzde vazgeçmiş bulunmaktadır.

Continue reading “Taksir ile Yaralama Suçu ve Cezası”

Takipsizlik Kararı

Takipsizlik kararı bir diğer adıyla kovuşturmaya yer olmadığına dair karardır. Takipsizlik kararı 5271 sayılı Türk ceza muhakemesi kanununun 172. maddesi içerisinde belirtilmiştir. Öyle ki 5271 sayılı Türk ceza muhakemesi kanununun ikinci bölümünün içerisinde itiraz ve iddianamenin iadesi başlığının altında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar düzenlenmiştir.

Continue reading “Takipsizlik Kararı”

Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma

 

Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma Suçu Nedir?

5237 sayılı Türk ceza kanunun kamu barışına karşı suçlar başlıklı beşinci bölümünün içerisinde yer alan 220. maddede suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu düzenlenmiştir. Madde hükmüne göre kanunun suç saymış olduğu eylemleri işlemek amacıyla örgüt kuran kişiler ya da yöneten kişiler, örgütün yapısı, sahip olduğu üye sayısı ile araç ve gereç açısından amaç suçları işlemeye elverişli nitelik taşıması durumunda, dört yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması gerekir. Fakat örgütün mevcudiyeti için üye sayısının en az üç kişi olması gereklilik teşkil eder.

Continue reading “Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma”

Suç Delillerini Yok Etme, Gizleme, Değiştirme Suçu

Suç Delillerini Yok Etme, Gizleme veya Değiştirme Suçu Nedir?

Suç delillerinin yok etme, gizleme veya değiştirme suçu 5237 sayılı Türk ceza kanunun 281. maddesi içerisinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek amacı ile bir suçun delillerini yok eden, silen, gizleyen, değiştiren ya da bozuntu meydana getiren kişi altı aydan beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılır. Kendi işlemiş olduğu ya da suçun işlenmesine iştirak ettiği suç ile alakalı olarak kişiye bu fıkra hükmüne göre ceza verilmesi mümkün olmaz. Söz konusu suçun kamu görevlisi tarafından görevi ile bağlantılı bir şekilde işlenmesi durumunda verilecek olan ceza yarı oranında artırılır. İlişkin olduğu suçtan kaynaklı olarak hüküm verilmeden önce gizlenen delilleri mahkemeye teslim eden kişi ile ilgili olarak 281. maddede tanımlanan suçtan kaynaklı verilecek olan cezanın beşte dördü indirilir.

Continue reading “Suç Delillerini Yok Etme, Gizleme, Değiştirme Suçu”